Posts

Doğal Peyzaj ve İnsan Sağlığı

DOĞAL PEYZAJIN İNSANLARIN PSİKOLOJİK VE FİZİKSEL SAĞLIĞI ÜZERİNE ETKİLERİ

1. GİRİŞ

Kent insanı için doğa ile iç içe yaşamanın potansiyel faydaları çevre psikolojisi üzerinde çalışanlar tarafından araştırılmış ve birçok çevre literatüründe temel olarak doğa ile birlikteliğin insan psikolojisi üzerinde olumlu etkileri olduğu görüşü yaygın olarak kabul görmüştür. İnsanların doğa ile direkt olarak iç içe olmaları (aktif kontak) yanında parktaki çiçekleri seyretme veya bir pencereden ağaçlara bakma gibi doğayı sadece görme yoluyla da (pasif kontak) ondan çeşitli faydalar elde ettikleri, hatta bu tür alanların yakında mevcut olduğunun ve istenildiğinde kullanılabileceğinin bilinmesinin bile insanlara çeşitli psikolojik faydalar sağladığı belirtilmektedir (Ulrich ve Parson, 1992).

Uzell (1991)’e göre çevre psikolojisi alanında insan ve doğa arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmalar iki temel alanda gelişmiştir. Bunlardan birinci gruptaki çalışmalar peyzaj alanında çalışan planlayıcı ve tasarımcılara yardımcı olmaya yönelik olarak insanların belirli bir peyzaj alanı konusundaki algı, anlayış ve tercihlerini ortaya koymaya çalışan kantitatif araştırmalardan oluşmaktadır. Diğer bir grup çalışma ise doğa ve peyzajın insanlar için ne ifade ettiğini anlamaya ve ortaya koymaya çalışmaktadır (Bkz. Harrison vd., 1987; Harrison ve Burgess, 1988; Burgess vd., 1988b).

2. DOĞAL ALANLARIN İNSANLAR İÇİN DEĞERİ

İnsanların gelir düzeyleri normal yaşam seviyesinin üzerine çıktığında evleri ve bahçeleri için çiçek ve bitkiler satın almaya başlaması ve doğa eksenli aktivite ve hobilerle uğraşmaları ve kendilerine bahçeli evler satın almaları insanların doğa ile iç içe olmaktan çeşitli faydalar elde ettiklerine dair herkes tarafından bilinen göstergelerdir (Beer, 1990). Bununla beraber bu konuda bilimsel kanıtlar ortaya koymaya çalışan araştırmalar da mevcuttur. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan araştırmalarda, turistler için çekici bulunan yerlerin çoğunun doğal alanlardan oluşması (Kaplan, 1992), yeşil alanlara ve parklara yakın evlerin daha değerli olması, bu tür mekanların daha az el değiştirmesi ve yeşil alanlardan yoksun yerlerdeki insanların yaşadıkları çevreden hoşlanmamaları (Gold, 1977), kent doğal alanlarının insanlar için ne kadar önemli olduğuna kanıt olarak gösterilmiştir. Bu konunun belki de daha az göze çarpan bir yönü; doğa ile iç içe bulunmaktan kaynaklanan faydaların aktif katılıma bağlı olmadığıdır. Her ne kadar parkların ve yeşil alanların insanlar için önemi daha çok rekreasyonel ve sosyal aktivitelerle ilişkilendirilse de, insanların doğa ile görsel temele dayanan pasif ilişkilerden de önemli ölçüde psikolojik faydalar elde edebileceği belirtilmektedir (Ulrich ve Addoms, 1981).

Doğal alanların insan refahı ve mutluluğundaki önemli rolü iki tür pasif katılım içermektedir. Bunlardan birisi doğal alanları fark etme ve seyretme imkanı, diğeri de direk olarak görülmese ve kullanılmasa bile bu tür alanların var olduğunun ve istenildiğinde görülebileceğinin bilinmesidir (Kaplan, 1980; Ulrich ve Addoms, 1981; Kaplan, 1992).

Stoneham vd. (1994) doğal alanların insanların yaşadıkları çevreyi sevmelerine katkıda bulunmaları, onlar için nöstaljik değere sahip olmaları ve kent yaban hayatı için önemli bir kaynak oluşturmaları dolayısıyla ‘mevcudiyet değeri’ne sahip olduğunu vurgulamakta dolayısıyla doğal alanlardan pasif olarak yararlanmanın insanların kişisel refahlarına önemli ölçüde katkıda bulunacağını dolaylı olarak da fiziksel sağlıklarını olumlu yönde etkileyeceğini belirtmektedirler. Bu yüzden doğal alanların insanlar için gerçek değeri, tespiti kolay olmayan ve kolaylıkla göz ardı edilebilen bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin İngiltere’de yapılan bir araştırmada bir kent ormanının rekreasyonel anlamda kullanımının çok sınırlı olmasına rağmen etrafta yaşayan insanlar tarafından sürekliliğin bir sembolü olarak görüldüğü ve oldukça önemsendiği ortaya çıkmıştır (Tartaglia-Kershaw, 1982).

2.1. İnsanların Doğal Alanlara Karşı Davranışları

Son yıllarda kentlerde insanların doğal alanlara karşı davranışlarını araştıran birçok çalışma yapılmıştır. Lowe ve Goyder (1983)’in İngiltere’de gerçekleştirdikleri bir araştırmada, halkın kent yaban hayatı projelerine veya çevre koruma gruplarına katılmaktan çeşitli faydalar elde ettiklerini tespit edilmiştir. Mostyn (1979) doğa ile iç içe olmanın insanlar üzerindeki olumlu etkilerinin sebeplerini araştırmış ve insanların doğadan duygusal (ev ve iş ortamından uzaklaşma, yalnız kalma hissi, sessizlik ve sakinlik hissi), entelektüel (doğayı inceleme, çevredeki doğal alanların tarihini araştırma, yeni ve değişik yetenekler kazanma), sosyal (doğal alanlarda insanlar ile daha kolay tanışma ve ilişki kurma, bölgedeki diğer insanlarla toplum ruhu ve yerel doğal alanlar konusunda sorumluluk hissi geliştirme) ve fiziksel (temiz havada bulunma, kendini daha canlı hissetme, bitkileri koklama ve hissetme, kuş seslerini dinleme vb.) olarak faydalandıkları tespit edilmiştir. Hayward ve Weitzer (1984)’in Kanada’nın üç değişik kentinde gerçekleştirdikleri benzer bir araştırma parkların yanında yaşayan insanların bu alanları fiziksel aktiviteler, doğa ile iç içe olma, sosyal aktiviteler ve stresli kent ortamından uzaklaşma amacıyla kullandıklarını ortaya çıkarmıştır. Doğa ile iç içe olmanın etnik gruplar için ayrı bir önemi olduğu da başka bir araştırmada vurgulanmıştır (Wong, 1997).

Harrison vd. (1987)’nin doğal alanların kent insanının yaşamındaki rolünü değerlendirmeye yönelik gerçekleştirdikleri sosyal bir araştırma, insanların yaşayan doğa ile düzenli birliktelikten kaynaklanan ilham ve mutlulukla ilgili bir dizi sebepten dolayı doğayı önemsediklerini ortaya çıkarmıştır. Araştırma ayrıca insanların kentlerde yaban hayatının mevcudiyetini görmekten çok hoşlandıklarını ve kent doğal alanlarını kendilerini daha iyi bir dünyaya bağlayan bir kapı olarak algıladıklarını tespit etmiştir. İnsanların kentlerde yaban hayvanları ile karşılaşmaktan hoşlandıkları ve kent parklarında gerçekleşen bu tür karşılaşmaların kişileri bu tür alanları daha sık kullanmaya teşvik ettiği Dick ve Hendee (1986) tarafından da vurgulanmıştır. Çeşitli bitkilerin ve hayvanların kendileri için çok uygun olmayan kent şartlarında yaşayabiliyor olmaları ve kentin merkezinde beklenilmedik bir şekilde insanların karşısına çıkmaları insanları çok şaşırtmakta ve aynı zamanda heyecanlandırmakta, dolayısıyla kent insanı farkında olmadan bu tür karşılaşmalardan psikolojik faydalar sağlamaktadır (Stoneham vd., 1994).

Diğer araştırmalar günlük yaşamda doğa ile birlikteliğin toplumun bütün kesimleri tarafından önemsendiğini, kendilerine çocukluk hatıralarını anımsattığını, insanların kendi evlerindeki bahçeleri de doğaya açılan bir kapı olarak gördükleri ve onlara çok değer verdiklerini ortaya koymuştur (Burgess vd., 1988a; 1998b). Çalışmalarda kent yeşil alanlarının sosyal kaynaşmayı teşvik edici boyutu ayrıca vurgulanmıştır. Benzer bir çalışma doğal alanların kent insanının dış mekan kullanımları üzerindeki etkilerini araştırmış ve bu tür alanların çocuklar için daha fazla oyun imkanı sağlama, daha yüksek düzeyde sosyal kaynaşma ortamı oluşturma ve komşular arasında daha güvenli ortam yaratma gibi önemli işlevleri olduğunu göstermiştir (Coley vd., 1997). Ev bahçelerinin kent insanı açısından değerini araştıran başka bir çalışma da insanların bahçelerini, kendilerine doğa ile birlikte olma imkanı vermesi, değişen mevsimleri hissetmelerini sağlaması ve kent ortamında kendilerine bir rahatlama imkanı vermesi gibi gerekçeler dolayısıyla oldukça önemsediklerini ortaya koymuştur (Dunnet ve Qasim, 1998).

3. DOĞA İLE BİRLİKTELİKTEN ELDE EDİLEN FAYDALAR

Doğa ile iç içe olmanın psikolojik yönden rahatlamaya yardımcı olduğu ve şehir hayatının stresini azalttığı fikri şehirleşmenin başladığı dönemle birlikte ortaya çıkmıştır (Ulrich ve Parsons, 1992). Ünlü Amerikan peyzaj mimarı Frederick Law Olmsted kent ortamının stres yarattığını 100 yıl önce kabul etmiş ve doğa manzaralarının bu stresi azaltacağını ileri sürmüştür (Olmsted, 1865). Yine 19. Yüzyıl İngiltere’sinin şehir parkları, bunların insan sağlığına katkıları olabileceğini düşünen Viktorya dönemi reformistleri tarafından inşa edilmiştir (Kendle ve Rohde, 1995). ‘Bahçe Şehirleri Hareketi’nin (The Garden City Movement) temeli de yine doğa ile insan refahı arasındaki olumlu ilişkiye dayanmaktadır (Stoneham, 1997).

Doğanın insan psikolojisi üzerindeki etkisinin daha bilimsel yöntemlerle açıklanmaya çalışılması ise nispeten daha geç başlamış, son 30 yıl içinde sosyal ve doğal bilimciler tarafından doğa ile iç içe olmanın insanların yaşam kalitelerini ve refahlarını niçin artırdığına dair birçok değişik teoriler geliştirilmiştir (Altman ve Wohlwill, 1983; Kaplan ve Kaplan, 1989; Francis ve Hester, 1990). Pratik alanda da bahçe ve bitkilerle uğraşmanın tedavi edici yönü hortikütrürel terapi alanında çalışan profesyonel insanlar tarafından hastaneler, ilaç bağımlıları tedavi merkezleri, özürlülere yönelik okullar gibi çok geniş bir alanda kullanılmaya başlanmıştır (Lewis, 1990).

Çevre psikolojisi alanındaki araştırmaların birçoğu şehirleşmenin insanın ruhsal sağlığına etkilerini araştırmış (Parry-Jones, 1990) ve birçok psikolog ruhsal sağlıktan daha çok ruhsal hastalıklar üzerine yoğunlaştığından doğal alanların insan sağlığına olumlu etkileri konusundaki çalışmalar başlangıçta nispeten daha sınırlı kalmıştır (Rohde ve Kendle, 1997). Bununla beraber bu konudaki araştırmalar son yıllarda giderek artmış ve birçok araştırma doğanın insan sağlığındaki rolünü ortaya koymaya çalışmıştır.

Kent doğal alanlarının insanın psikolojik refahı üzerine etkisi konusunda gerçekleştirilen kapsamlı bir literatür araştırması bu konudaki araştırma kanıtlarını aşağıda verildiği üzere beş kategoride sınıflandırmıştır (Rohde ve Kendle, 1994). Buna göre kent doğal alanları insanlara psikolojik açıdan duygusal (stresi azaltıp mutluluğu artırarak), bilişsel (zihin yorgunluğunu azaltarak), gelişimsel (özellikle çocuklarda daha yüksek seviyede zihinsel aktiviteleri teşvik ederek) davranışsal (maceracı davranışları desteklemek suretiyle kişilerin kendine güvenini destekleyerek) ve sosyal (sosyal sınıflar arasındaki sınırları kaldırarak kişiler arası iletişimi ve kaynaşmayı destekleyerek) anlamda faydalar sağlamaktadır. Bu psikolojik durumlar ile fiziksel sağlık arasında da ilişkiler olabileceği ileri sürülmektedir. (Kendle ve Rohde, 1995). Her ne kadar bu alandaki araştırmalar insan ve doğa arasındaki ilişkileri tanımlamaktaysa da bunlar hala daha başlangıç aşamasında olup, doğaya karşı ilişkilerde kültürel, sosyal, kişilik ve yaş ile ilgili farklar hakkında çok fazla bilgi yoktur (Rohde ve Kendle, 1994).

3.1. Doğal Alanların İnsan Psikolojisine Etkileri Üzerine Araştırmalar

Doğanın insan psikolojisi üzerindeki olumlu etkileri üzerine araştırmalar son 30 yılda artan bir gelişme göstermiştir. Bu tür çalışmaların ilklerinden kabul edilen bir araştırma insanların evlerinin bahçelerinden elde ettikleri psikolojik faydaları araştırmıştır (Kaplan, 1973). Çalışma bahçede çalışma veya yürüme gibi aktif katılım, pencereden bahçeyi seyretme gibi pasif katılım ve bahçede çeşitli aktiviteler planlama gibi fikirsel katılım olmak üzere üç değişik psikolojik etki tanımlamış ve bahçelerinde çalışmanın kişilere kendilerini ifade imkanı sağladığının altının çizmiştir. Yine Lewis (1992) insanların bahçeleriyle kurdukları duygusal bağlara ve bahçelerinin mevsimi gelip çiçekler açtığında gelip geçen yüzlerce kişi tarafından seyredilip beğenilmesinin bahçe sahibine sağladığı psikolojik faydalarına değinmiştir.

Görsel çevreye karşı fizyolojik tepkiler üzerine yapılan çalışmalar da yine doğal alanların yapılaşmış alanların tersine insanların duygusal durumları üzerine tamir edici etkilerde bulunduğunu göstermiştir. Çevre psikolojisi üzerine çalışan Roger Ulrich doğayı ve doğal manzaraları seyretmenin insanların psikolojik sağlığına olumlu etkileri olduğu hipotezinin geçerliliğini test etmek için bir dizi deney yapmıştır. Bunlardan ilkinde (Ulrich, 1979) görsel peyzajın final sınavından çıkmış stresli öğrencilerin duygusal durumları üzerindeki etkilerini araştırmıştır. Araştırma sonucunda doğa manzaraları seyreden öğrencilerin stresleri azalırken, yapılaşmış kent manzaraları seyreden öğrencilerin sınav çıkışındaki durumlarından daha stresli hale geldikleri gözlemlenmiştir. Honeyman (1990) daha sonra aynı çalışmayı kent ve doğa alanları karışımı bir kategori daha ekleyerek tekrar etmiş, sonuçlar doğa ile karışık kent manzaralarının doğadan yoksun kent manzaralarına göre daha çok iyileşme sağladığını göstermiştir. Doğa manzaraları seyretmenin etkileri Ulrich (1981) tarafından İsveç’te gerçekleştirilen başka bir çalışmayla tekrar araştırılmış ve doğal manzaraların psikolojik faydalarının stresli olmayan bireylerde de ortaya çıktığı tespit edilmiştir. Ulrich bu konu üzerindeki üçüncü araştırmasında (Ulrich vd., 1991) doğal manzaraları seyreden bireylerin fizyolojik ve psiko-fizyolojik tepkilerini (kalp atış hızı, kan basıncı, adale gerilimi, beyin dalgaları) ölçmüş, doğal manzaraları seyretmenin denekler üzerindeki gerilimi düşürdüğünü ve stresli durumdan iyileşmeyi hızlandırdığını kanıtlamış, stres ölçen değerler arasında da doğanın iyileştirici etkileri olduğu konusunda tam bir tutarlılık olduğunu göstermiştir.

Hartig vd. (1991) doğal alanlarda bulunmanın zihin yorgunluğundan kurtulmayı kolaylaştırdığına dair nispeten daha güçlü kanıtlar ortaya koymuştur. Doğa gezisine giden, kent içinde tatil yapan ve tatil yapmayan üç grup arasında bir karşılaştırma yapan araştırmada gruplardan bir okuma parçası üzerindeki yanlışları düzeltmeleri istenmiş ve sonuçta en iyi puanı doğa gezisine giden grup elde etmiştir. Üniversite yurdunda kalan öğrenciler arasında yapılan benzer bir araştırmada pencereleri doğal alanlara bakan öğrencilerin, bu tür manzaralardan yoksun odalarda kalan öğrencilere göre direkt dikkat konusunda daha güçlü bir kapasiteye sahip oldukları tespit edilmiştir (Tennessen ve Cimprich, 1995). Bu konu üzerine gerçekleştirilen başka bir çalışma ormanda kamp yapmanın kısa ve uzun vadede insan psikolojisi üzerine olumlu etkileri olduğunu göstermiş, kamptan dönen insanların yeşil çevre ve onun hissettirdiklerine karşı içlerinde sürekli bir istek kaldığını ortaya koymuştur (Kaplan ve Talbot, 1983).

3.2. Doğal Alanların İnsanların Fiziksel Sağlığına Etkileri Üzerine Araştırmalar

Son yıllarda gerçekleştirilen araştırmalar görsel çevre kalitesi ile insanların fiziksel sağlığı arasındaki ilişkiye dikkat çekmeye başlamıştır. Bu alanda yapılan birçok çalışma doğayı seyretmenin insanların fiziksel sağlığını olumlu yönde etkileyebileceğini göstermiştir. Her ne kadar bu tür ilişkilerdeki mekanizma spekülatif ise de bunlar muhtemelen stres ve bağışıklık sistemi arasındaki ilişkiye bağlanmaktadır. Bunların içinde en çok tartışılanı yine Ulrich (1984)’in Pennsylvania’daki bir hastanede safra kesesi ameliyatından çıkmış hastalar üzerinde gerçekleştirdiği bir araştırmadır. Aynı ameliyat sonrası iyileşme sürecindeki hastalardan pencereleri ormana bakan bir odada kalan hastalar, pencereleri hastanenin duvarına bakan bir odada kalan hastalara göre daha az ağrı kesici istemişler, geçirdikleri ameliyata karşı daha pozitif davranışlar sergilemişler, daha çabuk iyileşmiş ve taburcu olmuşlardır. Kaza veya bazı hastalıklar sonucu şiddetli sakatlığa maruz kalan hastalar arasında yapılan başka bir çalışma (Verderber, 1986) yine bu tür hastaların doğal alanlar veya ağaçlar içeren manzaraları diğerlerine tercih ettiklerini göstermiştir. Heerwagen (1990) bir diş kliniğinde sırasını bekleyen hastalar üzerindeki endişe ve huzursuzluk üzerine bir araştırma yapmış, bekleme odasındaki karşı duvarda büyük doğal bir manzara resmi asılı olduğu günün hastalarının duvarın boş olduğu günün hastalarına göre daha az stresli olduklarını çeşitli fizyolojik yöntemlerle ölçmüştür.

Görsel çevre kalitesi ile insanların fiziksel sağlığı arasındaki ilişkileri konu alan çalışma sonuçları, hapishanelerde gerçekleştirilen çalışmalarla da uyum içerisindedir. Örneğin, Moore (1982) bir araştırmasında hücrelerinin pencereleri doğaya bakan mahkumların hapishane stresi semptomları olarak kabul edilen sindirim sistemi hastalıklarına, baş ağrılarına ve diğer bazı rahatsızlıklara daha seyrek maruz kaldıklarını göstermiştir.

Doğanın insan psikolojisi ve dolayısıyla fiziksel sağlığı üzerindeki rolü çalışma ortamında da araştırılmıştır (Kaplan vd., 1988). Araştırmada çalıştıkları yerden ormanlar, ağaçlar, çiçekler vb. gibi doğal objeleri seyretme imkanı bulabilen insanların bu tür alanları görme imkanı bulunmayan yerde çalışanlara göre daha az iş stresi yaşadıkları, işlerinden daha çok memnun oldukları ve baş ağrısı ve diğer rahatsızlıklardan daha az şikayetçi oldukları tespit edilmiştir. Bir ofiste çalışanlarla ilgili yapılan başka bir araştırmada (Heerwagen ve Orians, 1986), dış çevreyi göremeyen denklerin kendi çalışma masalarını ve etrafını pencere kenarında oturanlara göre daha çok doğa manzaraları ile donattıkları görülmüştür.

4. SONUÇ

İnsan ve doğa arasındaki ilişki oldukça karmaşık olup doğanın stres azaltıcı ve insan sağlığını olumlu yönde etkileyici özelliklere sahip olmasının nedenleri kesin olarak bilinmemekle beraber bunlar genellikle insan gelişiminin ruhsal boyutu ile ilişkilendirilmektedir (Kendle ve Rohde, 1995). Ayrıca doğa ile iç içe bulunmaktan elde edilen faydalar sonucu gelinen olumlu yönde gelişmiş kişisel durumun, tedavi edici olmaktan daha çok önleyici etkileri olduğu görüşü de ileri sürülmektedir (Rohde ve Kendle, 1994). Her ne kadar toplumun büyük bir kısmının davranışları doğal çevrenin insanlar için çok önemli olduğunu ve kişilerin psikolojik refahına birçok yönden katkıda bulanabileceğini ortaya koyuyor ise de (Parry-Jones, 1990), konu üzerindeki araştırmalar ve spekülasyonlar hala devam etmektedir. İnsan – doğa ilişkilerinde ve özellikle insanların doğaya karşı davranışlarında kültürel, sosyal, yaş ve kişilik gibi değişkenlerin önemli yeri olduğu herkes tarafından kabul edilmekle beraber bu değişkenlerin ortaya koyduğu farklar konusunda henüz çok az şey bilinmektedir.

Doğanın insan sağlığı ve psikolojisi üzerine olumlu etkileri olduğu gerçeği, özellikle olması gerekenden çok daha az yeşil alan ile yetinmeye çalışan ülkemiz kent insanları için de geçerlidir. Ancak ülkemize özgü kültürel, sosyal ve ekonomik değişkenler açısından araştırıldığında insandoğa ilişkilerinde literatürdekilerden daha farklı ve ilginç sonuçlar elde edilmesi muhtemeldir. Buna rağmen ülkemizde, özellikle kentlerde insan doğa ilişkileri üzerine gerçekleştirilen araştırmaların sayısı oldukça az olup, konu henüz peyzaj alanında araştırma yapan bilimsel çevrenin ilgisini yeterince çekememiştir. Bu konunun ülkemiz şartlarında araştırılması ve literatürde mevcut diğer bilgilerle karşılaştırılarak benzerliklerin ve farkların ortaya konulması, bilimsel açıdan doldurulması gereken bir boşluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu alanda yapılacak araştırmalar sonucu elde edilecek bilgilerin uygulamada peyzaj planlama, tasarım ve yönetim alanlarında çalışan profesyonel kesime de faydalı olacağı kuşkusuzdur.

kaynak: Halil ÖZGÜNER/Süleyman Demirel Üniversitesi Orman Fakültesi Dergisi Seri: A, Sayı: 2, Yıl: 2004

Peyzaj Mimarlığı

PEYZAJ MİMARLIĞININ TANIMI

Gerek doğal peyzajın korunması ve sürdürülmesinde ve gerekse kentsel ve kırsal peyzajın işlevsel, estetik ve sağlıklı bir şekilde planlanmasında Peyzaj Mimarlığına bütük görev ve sorumluluklar düşmektedir. Peyzaj ve mimarlık sözcüklerinin birbirlerine ters düşen anlaları nedeniyle bu kavramın açıklanması güç görünebilir. Zira birincisi dinamik, değişken ikincisi ise statik yani durağandır. Peyzaj Mimarlığı kavramı ilk defa 1863 yılında ABD’de F. L. Olmsted ve C. Vux tarafından New York Cenral Parkı tasarladıkları zaman gündeme gelmiştir.

O günden itibaren, Peyzaj Mimarlığı, diğer çevre bilimcileriyle ( mimarlar, mühendisler, holtikültürcüler gibi) rekabet içerisinde faaliyetlerini sürdürmüştür. Toplumsal ve çevresel değişmeler doğrultusunda Peyzaj mimarlığında da içerik ve kapsam olarak olumlu ve hızlı gelişmeler meydana gelmiştir. Bunun sonucu Peyzaj Mimarlığı insan ve fiziksel çevresini, doğal ve kültürel kaynakları, koruma ve yönetme temelinde uzlaştırıcı, sanatı, bilimi, mühendisliği ve teknolojiyi kombine eden çok çelitlilik gösteren tasarım alanlarından biri haline gelmiştir.

ASLA’nın (Amerika Peyzaj Mimarlığı Topluluğu) tanımına göre, PEYZAJ MİMARLIĞI; ” Doğal ve kültürel kaynakları koruma ve yönetme temelinde, kültürel ve  bilimsel birikim ( oluşturuacak fiziksel çevrenin işlevsel ve yaşam kalitesini artırma yönünde) yeryüzünde uygulanması kapsamında, doğal ve kültürel elemanların düzenlenmesi, arazinin planlanması, tasarlanması ve yönetimi sanatıdır.”

Peyzaj Mimarlığı, görüldüğü gibi kentsel ve kırsal peyzaj alanlarında olduğu kadar, doğal alanlarda insan eli ile çevre arasındaki ilişkileri fiziki yönden düzenleyen bir faaliyet alanıdır. Bu bakımdan düzenlemekle görevli olduğu mekan birimi, bir evin teras, balkon, avlu veya bahçesi gibi en küçük ölçekten başlayarak, havza ve bölge arazi planlaması gibi büyük ölçekli alanlara kadar genişlemektedir.  Bu bakımdan çalışmalarının diğer mekan düzenleyici disiplinlerle sıkı bir ilişki halinde olması gerekmektedir. Bunlar, mmarlık, şehircilik, bölge plancılığı, ekoloji, botanik, jeoloji, toprak, coğrafya, hortikültür, ormancılık, ziraat, güzel sanat dalları, sosyoloji gibi disiplinlerdir.

Peyzaj Mimarlığının Çalışma Alanları:

Günümüz koşulları gereği bugün için Peyzaj Mimarlığının çalışma alanlarının kısal ve kentsel mekanlarda yoğunlaştığı görülmektedir.

* Kent İçi ve Yakın Çevresindeki Çalışma Alanları: Peyzaj Mimarlığının en detaylı çalışmalarını kapsayan bu bölümde amaç, doğadan koparılmış, fiziksel ve ruhsal baskılar altında olan modern kent insanına, mümkün olduğu kadar doğa ile ilişki kurabileceği yeşil bir çevre yaratmaktır. Çalışmanın bu aşamasında, Peyzaj Mimarının kent plancısı ile sıkı bir işbirliği içinde olması gerekir. Bu işbirliği, gerek yerleşik alanların imar planları yapılırken, yeşil alan planlamasının entegrasyonunu sağlamak, konut ünitesinden başlayarak komşuluk, mahalle, semt ve kent üniteleri için yeşil alanların miktar, dağılış ve işlevselliği yönünden öneriler getirmek ve gerekirse yeni yerleşim bölgeleri veya kentlerde peyzaj arazi kullanım planlarının yapılması, yeşil alan sistemlerinin saptanması ve yeşil alan gereksinimlerinin, normlarının, kent dokusu içindeki dağılışlarının belirlenmesi ve nihayet yeşil alan birimlerinin tasarımlanması şeklinde özetlenebilir.

Kent içi ve çevresi çalışma alanları; Ev terası, avlı ve bahçeleri, çatı bahçeleri, toplu konut bahçeleri, çocuk bahçeleri ve oyun alanları, mahalle ve semp parkları, okul bahçeleri, spor alanları, yol, bulvar, meydan yeşillikleri, kamu ve özel kuruluşların yeşil alanları, kent parkları ve ormanları, hayvanat bahçeleri, botanik bahçeleri, tarhi ve arkeolojik alanların çevre düzenlemeleri, turistik tesislerin çevre düzenlemeleri, mabet yeşillikleri, mezarlıklar, fuar, kültürpark ve bahçe sergileridir.

* Kırsal Alanlardaki Çalışma Alanları: Kırsal alanda, çalışma alanı doğal elemanların halim olduğu geniş bir mekan olduğu için, daha az ayrıntılı bir çalışma yapmak durumundadır. Bu alandaki çalışmanın esas amacı, doğal dengenin korunması veya yeniden tesisine yardımcı olunmasıdır. Tarımsal ve teknolojik gelişmenin zorunlu kıldığı bir çok tesisin çevre içinde olumlu bir gelişme göstermesi ve peyzajın görünüşü kadar elemanlar arasındaki dengenin kurulması, çalışmanın esasını teşkil eder. Böylece bir tarımsal alan verimli olduğu kadar estetik, bir endüstri tesisi ekonomik ve verimli olduğu kadar çevreyle uyumlu, bir doğal alan ise koruma amacı (In-situ koruma) ile birlikte insanların rekreasyon kullanışına uygun planlanmış olabilir. Aynı  şekilde bir ulaşım sistemi de doğal ve kültürel değerleri hiç bozmadan veya onlara en az zarar verecek şekilde yerleşebilir.

Kırsal alandaki çalışmalar genel olarak bölge ve havza ölçeğinde çevre düzeni ve arazi kullanım planlarının yapılmasıdır. Daha özel olarak da şu çalışmalar yapılabilir;

  • Tarımsal Alanların Planlanması: Tarım arazilerinin organizasyonu, köy meydanları, köy yollarının ağaçlandırılması, köyiçi ve çevresi rekreasyon alanları, köy korulukları, ıslak alanların ıslahı, rüzgar perdeleri, karsiperleri, kumulla mücadele, erozyon kontrolü gibi,
  • Endüstri Alanların Planlanması:  Endüstri tesislerin çevre düzenlemeleri, endüstri için hammadde temin eden alanların( taş, çakıl, kum, kireç ve maden ocakları gibi) onarım veya rekreasyonel amaçlarla kullanımının planlanması gibi,
  • Ulaşım Alanların Planlanması: Hava meydanları, demiryolu güzergahları ve istasyonları, çevre düzenlemeleri, karayolu planlaması, yol kenarı dinlenme yerleri, benzin istasyon çevre düzenlemeleri, manzara yolları gibi
  • Orman Alanların Planlanması: Orman içi dinlenme alanları, tabiatı koruma alanları, doğa parkları ve milli parkların planlanması ve yönetimi, orman köyleri kırsal kalkınma planları agroforestry planlamaları suni ağaçlandırma faaliyetleri, yaban hayatı, sulak alanlar gibi.
  • Turizm Alanların Planlanması: Piknik ve kamping alanları, tatil köyleri, otel, motel, pansiyon, plajlar, kent dışı spor alanları, kaplıcalar, mağaralar, tarihi kalıntılar, harabeler, arkeolojik sanat eserleri, golf alanları gibi

Peyzaj Mimarlığının Öğeleri:

Peyzaj Mimarlığının 5 temel öğesi vardır. Peyzaj planlama çalışmalarının ölçeği ne olursa olsun bu beş temel öğe mutlaka bulunmaktadır. Bunlar, doğal faktörler ve işlemleri, toplumsal faktörler ve işlemleri, teknoloji, metodoloji, değerlendirmedir.

* Doğal faktörler ve işlemleri: Arazi ve insan ile uğraşan her meslekte, toplumsal faktörler ön planda gelmektedir. Problemleri çözümleyici, planlayıcı ve tasarımlayıcı yöntemler her ölçek için geçerlidir. Bölgesel ölçekte arazideki değişiklik ve gelişmeler, böyle bir işlem başlamadan iyice bilinmeli ve değerlendirlimelidir. Doğal faktörlerin ve bu arada özellikle jeoloji, toprak, hidroloji, topoğrafya, iklim, bitki örtüsü, yaban yaşamı ve bunların arasındaki ilişkilerin saptanması değişiklik yapılması planlanan ekosistemin anlaşılması için gereklidir. Aynı şekilde önemli olan diğer bir konu ise arazinin görsel kalitesinin analizi ve değerlendirilmesidir. Böylece arzi kullanma politikası, peyzajın ne kadar hassas veya dayanıklı bir ekosistem olabildiği konusundaki temel bilgilere dayandırılabilir. Böylece bir çok değerli ve ender bulunan ekosistemler, bugünün ve geleceğin insanları için korunup geliştirilebilir. Diğer taraftan daha küçük ölçekli peyzajlarda,  jeolojik ve toprak koşulları, yapı temellerinin formunda ve maliyetinde kritik saptayıcılar olabilecektir. İnsan eylemleri ve bitki yaşamı için en uygun ortam yaratmak ve geliştirmek söz konusu olduğunda, güneş, rüzgar ve yağış en öenmli tasarım öğeleri olacaktır. Böylece görüldüğü gibi bir çok hallerde bölgenin veya alanın doğal faktörleri peyzaj planlama ve tasarımında en önemli etken olarak ortaya çıkmaktadır.

* Toplumsal Faktörler: peyzaj planlama ve tasarımında çeşitli ölçeklerinde hemen hemen benzer biçimde insan ve toplumların, cinsiyet, yaş, kültür, psikoloji, fiziksel özellikler gibi bir çok değişkenler göz önüne alınmaktadır. Böylece sosyal değerlere ve insan gereksinimlerine en uygun bir tasarım ortaya konabilmektedir. Rekreasyon ve peyzajın estetik değerinin ortaya çıkarılması konusunda karar verilirken, insanların çevreyi değerlendirme ve kabullenmesi, davranış biçimleri ile açık hava rekreasyon eylemleri öenmli derecede etkili olmaktadır. Önemli olan peyzaj tasarımcısının, çevrenin insan üzerindeki etkileri kadar çevreyi kontrol ve hünerle işleyebilmek için, insanların temel gereksinimlerini anlayabilmesidir.

* Teknoloji, tasarımı tamamlayıcı veya planlama politikasının dayandığı bir araçtır. Teknolojiden yararlanma, makine gücündeki ve materyaldeki gelişime bağlı olarak seneden seneye bile değişebilir. teknolojinin alanları ise bitkiler, bitkilendirme ve ekolojik sıralanma, toprak ilmi, hidroloji, kanalizasyon, mikroklima kontrolü, sert kaplama yüzeyleri, bakım işlemleri gibi

* Tasarım metodolojisi, peyzaj sorunlarının tanımı, ortaya konması ve farklı alan kullanışlarının çakıştığı  hallerde bunları çözmek için geliştirilmiş sistemleri içerir. Metodoloji, sorunların çözümünün gelişmesinde, ilgili bütün faktörlerin ve değişkenlerin değerlendirilmesi işlemidir. Bilgisayar grafikleri, analitik, teknik, işaret ve rakamla gösterme tekniği bu işleme yardımcı olur. Bunlara ek olarak, yaratıcılık isteyen işlemlerde, puanlama v.b yöntemlerle tasarım daha insancıl bir çözüm içermesi mümkün olaiblir.

* Değerlendirme, bu birimlerin bir araya getirilmesinin hedefi, özel alan özelliklerine ve insan davranış modellerine karşılık verecek bir peyzaj planlaması ve detay tasarım temelinin geliştirilmesidir. Gerek toplumsal ve gerekse fiziksel faktörler, insan davranışları ve çevre özellikleri, kültüre bağlı olarak, bölge ve komşuluk ölçeğinde sınırsız değişiklikler gösterir.

Sonuç olarak, günümüz koşullarında, doğal peyzajların bilinçsizce hahrip edilmesi ve çok kötü sayılabilecek kültürel peyzajların ortaya çıkması, peyzaj planlamanın (ekolojik planlamanın) önemini daha da fazla ortaya koymaktadır. Bu nedenle Peyzaj Mimarlığı disiplinin, 21. yüzyılda ülkemizde daha etkin olabilmesi için, sadece bahçe ve park planlamsı yapar düşüncesini bırakarak, yukarıda bahsedilen çalışma alanlarını kapsayacak şekilde ( özellikle eğitim konusunu ve kalitesini de) yeniden sorgulamak, şekillendirmek ve uygulatmak zorunluluğu bulunmaktadır.

Ülkemizde zengin sayılabilecek doğal kaynaklarımızın değerini bilip, bu kaynaklara zarar vermeden ve uyumlu olacak şekilde, insana yaraşır ve mutlu olabilecek mekanların ve hizmetlerin sunulması Peyzaj Mimarlığının amacı olduğu gibi bütün disiplinlerin de ana amacı olmalıdır. Bu çerçevede, çalışma alanları birbirine yakın konumdaki disiplinlerin birbirleriyle ortak çalışma zorunluluğu olduğunu ve bu konuda her türlü çabanın gösterilmesi gerektiği bilinmelidir.

Doğa ve insanın geleceği için, ” Doğa insana muhtaç değil, insan doğaya muhtaçtır.” sloganını hiç aklımızdan çıkarmamamız gerekmektedir.

kaynak: Prof. Atila Gül

Peyzaj ve İnsan İlişkisi-2

Günümüz koşullarında, doğal peyzaj alanlarının her geçen gün azaldığı, oluşturulan kültürel peyzajın ise yoğun bir şekilde onun yerine aldığı gözlenmektedir. İnsanın var oluşundan günümüze kadar, doğal peyzaja olan etkisini 4 aşamada toplamak mümkündür.

1. aşama: Bu dönem, tarih öncesi ilkel insan diye nitelendirilen varlıkların doğayı sadece avcılık ve kendine yetecek kadar tarımsal faaliyetlerle upraştıkları çevresine değiştirici veya olumsuz hiç bir eylemde bulunmadıkları dönemdir. Güven duygusuyla birleşmiş bir doğa korkusu hakimdir. Paleolitik devir insanının, doğaya olan etkileri beslenmek için yapılan avlanma yani hayvan türlerine vermiş olduğu ölçülü zararlardan öteye gidememiştir. Onbinlerce yıl önceleri, henüz peyzaj mimarisi söz konusu değilken ilkel insanlar bir çeşit peyzaj, çevre duygusu ile doğanın mimari formlarını benimsemişler ve doğadaki ilginç formlara, dramatik peyzajlara duygusal bir tutku ile bağlamışlardır. İlkel avcı kavimler, sosyal toplantılar ve dini seremoniler için dramatik doğal peyzajlar seçmişlerdir. Yaşam içimlerini, olaylarını grafik  sanat formları ile bu kayalara geçirmişlerdir. Bu durum, ilkel insanların çevresini daha çok duygusal bir biçimde algıladığını göstermektedir.

2. aşama: Daha geniş ihtiyaç dizisi için nispeten uygun, makul bir çevre ilişkisi ile birlikte, doğa korkusu ve sevgisi, doğanın çeşitli olaylarını anlama ve insan güvünün sınırlılığını kavrama dönemidir. İnsanın doğayı değiştirici ilk faaliyeti tarımsal faaliyetler olmuştur. Bitki tohumları ekmek, hayvanları ehlileştirmek, belli bir yerde yerleşerek konut inşa etmek ilk çevre düzenleme örneği olarak görülür. İnsanların tarım yolu ile peyzajı değiştirmeye başlamaları doğayı sınırlı ölçüde de olsa tahrive doğru ilk adımlarını atmalarını sonuçlandırmıştır. İnsanların toprağa bağlanmaları, belli bir yerde sürekli bir yaşama bilincinin doğuşu ise, yapı sanatının ortaya çıkmasına olanak vermiştir. Böylece insanların mekan düzenleme sanatı olan mimarlık doğmuştur denebilir. Başlangıçta doğanın biyolojik, ekolojik kanunlarına dayanan tarımsal aktivitelerinde, insan hala doğanın bir parçası olarak görürüz. Gelişimin bu evresinde, insanoğlu doğaya tam bir itaat, dnsel ve ekonomik bir bağlılık içindedir. Fırtına, rüzgar, yağmur, sel, deprem, v.b doğal güçlerin hakim olduğu bir çevre ve onunla olumlu bir ilişki içindedir.

İnsanların tarımsal amaçlarla ortaya koydukları bu ilk yerleşme tipleri ve arazi kullanış şekilleri, çevre ile ekolojik ve biyolojik yönden dengeli bir bütünlük içindedir. Bununla birlikte iyi bir ürün almak için arazi bakımı, işlenmesi v.b işlerde deneyimlerin gelişmesi dönemi de diyebiliriz. Doğal faktörlerin (endojen ve eksojen güçlerin) ortaya koyduğu  aşındırma, taşıma, yığma gibi biçimlendirmelerin dışında, yeryüzü değişmemektedir. Kentlerin ilk gelişmelerinde bir odak yeri ve kabile şefi için süslü ve büyücek bir kulübenin bulunduğu merkezi bir açık sahanın etrafında yer almış olan ilkel yaşam ve alışveris merkezleri biçiminde ortaya çıkan ilk yerleşme alanları gittikçe gelişerek, saray, mabet, meydan kompleksini kuşatan yerleşme üniteleri şekline girmişlerdir. Mısır, Asur, Ege, Yunan, Roma v.b ilkçağ uygarlıklarından başlayıp, ortaçağ, Rönesan ve Barok devirlerine kadar, kentler bu ana fikirde ve temelde gelişmişlerdir.

İnsanların, bu döneme kadar olan kentsel eylemlerinde doğaya olan etkileri ölçülü olmuştur. Her ne kadar zaman zaman eski Yunan ve Roma şehirlerinde ve mimarilerinde doğa ile çarpışan, zıtlaşan insanı çevresinden koparan, bağımsız hissettiren bir meydan okuyuş sezilse de, aynı yörelerde gelişen Bizans kent ve manastırlarında biçim, renk ve malzeme yönünden doğa ile bütünlük sağlayan özellikler görülür. Bu eski toplumlar, evlerini, köylerini, kasabalarını korunma zorunluluğu nedeniyle birbirine yakın, kompakt bir biçimde oluşturdular. Özellikle ortaçağda kale duvarları ile kuşatıldılar ve çevrelerinden kesin olarak ayrılmış oldular. Bu şekilde kentsel ve tarımsal arazi kullanışları, diğer vir deyimle kentsel ve kırsal peyzaj birbirinden ayrılmış oldu.

Rönesans devri ile bu düzen bir ölçüde değişmeye başladı. Zengin aileler, saray ve villalarını kent dışında kırsal alanda inşa etmeye ve geniş parkları ve bahçeleri ile çevrelerine açılmaya ve kırsal alan ile bütünleşmeye başladır. Floransa’da başlayan villa dönemi, kale duvarları içine sıkışmış olan kentin sağlık koşullarının bozulması veba gibi salgın hastalıkların halkın kitle halinde ölmesini sonuçlandırması nedeniyle gelişmiştir. Kırsal alandaki sağlıklı yaşama olanakları bu eğilimi daha da artırmış ve Roma’da olduğu kadar, daha sonraları Barok döneminde Paris yakınında Versay ve Viyana yakınında Schonbrunn bu şekilde biçimlenmiştir. Doğal olarak bu dönemde kırsal hayatın rekreasyon nimetleri ( av, piknik, parkta yürüyüş v.b) toplumun çok küçük ve elit bir kesiminin tekelinde bulunuyordu.

3. aşama: İnsanoğlunun doğa ile bundan sonraki ilişkisi, toplanma içgüdüsünün ortaya koyduğu yerleşme motifi olan kentlerdir. Bu nedenle ilk tarımsal yerleşmelerden sonra, uygarlıkların tarihi hemen hemen kentlerin tarihleriyle ile başlar denebilir. Nüfus artışı ve endüstri devriminin başlaması ie birlikte teknolojik gelişmeler sonucu, doğayı umursamaz ve uyumsuz bir şekilde korkusuzca hükmetme ve saldırma eğiliminin artmasıdır. Örneğin doğal kaynakların aşırı sömürülmesi, ormanların tahrip edilmesi, arazilerin bilinçsizce kullanılması, hava, su ve toprak kaynaklarının kirletilmesi gibi 19. yy’da endüstri devrimiyle, insanoğlunun doğa üzerindeki dinamik eylemleri hızla artmaya başlar. Bu dönemin başlamasıyla birlikte kentler ve yeşil kırsal alanlar arasındaki belirgin tezat ta ortadan kalkar. Kontrolsüz ve sınırsız bir biçimde yerleşim alanları, endüstriyel tesisler bütün kent ve kırsal alanlara yayılmaya başlar. Teknolojik gelişmeler kırsal nüfüsün hızla kentlere kaymasına ve kentlerin yaşanamaz hale gelmesine neden olur. Kent içindeki doğal alanlar hızla tüketilir. Artık bir zamanlar kentin odak noktaları olan saray, maber ve meydanlar yerlerini, yerleşim yerleri, ticaret ve endüstri merkezine bırakırlar. Eski geleneksel kent planlarının tarihi, ruhu yerini daha mekanik dolayısıyla daha az insancıl bir yerleşme düzenine bırakır.

Artık insanoğlu doğa ile kıyasıya bir kavgaya tutulmuştur. Endüstri için hammadde temini, taş, kum ocaklarının açılması, ormanların tahribi, tren ve karayolları, köprüer, tüneller, limanlar, barajlar enerji taşıyıcılar v.b gibi eylemler doğayı değiştirici, çirkinleştirici faaliyetler olarak ortaya çıkarmıştır. Günümüzde halen bu aşama devam etmektedir.

İnsanlar yaşamları için en uygun ortamın doğa ile bütünleşmiş bir mekan olduğunu, doğa ile ilişkilerinin önemli bir hayat unsuru olduğunu anlayıncaya kadar çok acı deneyler geçirmişlerdir. Teknolojik gelişmeler, bilinçli ve rasyonel kullanılmadıkları için ekosistem veya doğa üzerinde çoüunlukla olumsuz etkiler oluşturulduğu gibi insan yaşamına da bu olumsuzluklar daha büyük boyutta aynen yansımış ve yansımaktadır.

4. aşama: Son aşama ise, yaron veya gelecek için insanların doğa ile bütünleşmesi ve sorumluluk duyma çabasına girme aşamasıdır. Yani bir bakıma EKOLOJİK devir ortaya çıkacaktır. Bu dönem doğal çevresel koşullara daha duygusal ve mantıklı bir düzenleme ile ona uyma, onun işlemlerini anlamaya ve kendi sosyal düzenini onunla bütünleştirmeye başlayacağı dönemdir. Daha şimdiden bu konuda birçok işaret ve örnekler görmek mümkündür. Günümüzde ortaya çıkan bu olumsuzluklar nedeniyle bütün dünya insanları “Denatüralize” yani doğaldan kopma veya yok olma endişesini taşımaya başlamıştır. Özellikle dünyayı hoyratça kullanan insanoğlu, artık tehlike çanlarının çaldığı noktada insan-doğa ilişkisinin yeniden gözden geçirme ihtiyacı duymaktadır.

Bir çok gelişmiş ülke, doğaya verdikleri zararların sonuçlarını idrak etmiş ve doğayı öncelikle ekolojik işlemlerine uygun yeniden biçimlendirerek insanların fiziklsel ve ruhsal sağlıkları için planlama ve uygulama çabası içine girmiş ve girmektedir. A.B.D de Yellowtone Parkının 1872 yılında dünyanda ilk milli park niteliğini taşıması bunun en güzel kanıtıdır. Ayrıca doğayı en çok tahrip eden gelişmiş ülkelerin bir araya gelerek uluslararası çevre koruma ile ilgili her türlü faaliyetlerde belki de kendilerini doğaya affettirebilme olasılığını artırmaktadır.

Pek çok ülkede insan ile doğa arasındaki ilişkilerin olumlu şekilde çözülmesi için birçok disiplindeki plancılar ( Mimarlar, Şehir Plancıları, Peyzaj Mimarları, Orman Mühendisleri gibi) önemli girişimlerde bulunmaktadır. Ancak doğal peyzaj ile insan ilişkisi, insanın doğa anlayışı ve doğaya karşı tutumu, çeşitli mesleklerden insan gruplarına göre değişmektedir. Bu ilişkinin doğayı tahrip derecesi üzerindeki etkisi de birbirinden farklıdır. Bir mühendis için doğa harcamakla tüketilemeyecek kadar zengin bir enerji kaynağı ve materyal deposudur. Edebiyatçı, şair ve ressam, müzikçi gibi fonetik sanatçı için, doğa korku, heyecan, sevgi, neşe, sürpriz, güzellik, kontrast, denge, renk, gibi pek çok sayısız sezgi yeteneklerini harekete getiren duygusal bir mekandır. Tarımcı ve ormancılar için, doğal potansiyelden ürün almak ön planda gelen vir amaçtır. Dolayısıyla insanoğlunun, doğanın karlılık derecesine karşı tutkusu arttıkça doğal peyzajı tahrip derecesi de o oranda artmaktadır.

Plancı için doğa, insanoğluna rahat yaşam sağlamaya elverişli güzel bir mekan halinde tertiplenmek için yaratılmış bir potansiyeldir. Bu nedenle plancı doğanın mevcut varlıklarını insan yaşayışına elverişli bir halde düzenlemeyi amaç edinen bir bilimci, teknikçi ve sanatçıdır. Bu amaçla her geçen gün tahrip edilen doğayı yani doğal peyzajı sürdürebilir bir şekilde zarar vermeden ya da en az zararla insanların çeşitli ihtiyaçlarını amaca uygun, estetik ve rasyonel olabilecek şekilde karşılayacak yöntemleri uygulamak zorunluluğu bulunmaktadır.

kaynak: Prof. Dr. Atila Gül

Peyzaj ve İnsan İlişkisi

Peyzaj ve İnsan İlişkisi

İnsanoğlu varoluşundan bu güne, doğayı kendi amaçları doğruştusunda bilinçsizce kullanmış ve sonuçta doğaya uyumlu olmayan ve genelde çirkin olarak nitelendirilebilecek birçok kültürel peyzajlar ortaya çıkarmıştır. Ancak günümüz insanları, doğadan kopma endişerini taşımaya başlamasıyla birlikte doğayı, öncelikle ekolojik işlemlerine uygun biçimlendirerek, insanların fiziksel ve ruhsal sağlıkları için planlama ve uygulama çabası içine girmiştir.

Peyzaj kavramı, fransızca bir kelime olan peysage kelimesinden dilimize geçmiştir. İngilizce’de landscape, Almnca’da landschaft olarak kullanılmaktadır. Kelime anlamıyla, çevrenin tüm görünümü veya manzara anlamına gelmektedir. Daha geniş kapsamda ise ” Bir görüş çerçevesinde yer alan bütün doğal ve kültürel çevrenin meydana getirdiği bir kompozisyon yahut br tablodur.”

Örnek olarak yapı yoğunluğunun çok yüksek olduğu bir şehirde bir evin penceresinden bakan insanın gördüğü peyzaj, komşu apartmanın belli bir bölümü onu çevreleen diğer yapılar, yollar, varsa ağaçlar, taşıtlar, insanlar gibi elemanlardır. Kente hakim bir görüş noktasında ise yapı grupları, meydanlar, parklar, taşıtlar, insanlar ve bunun gibi elemanlara ek olarak, kenti kuşatan tarımsal arazi veya orman, dağ,  tepe ve bunun gibi doğal elemanlar da görüş sınırına girecektir. Kent yerleşimi dışında örneğin dağlık bir arazide belli bir bakış noktasından insanın kavradığı görünüm,  kent görünümünden çok farklı olacaktır. Burada arazinin morfolojik ve topoğrafik özellikleri, yüzey, jeolojik gösteriler, su yüzeyleri, orman ve mera ce bunun gibi bitki örtüsü varsa tarımsal işletmeler görüş alanına girerek peyzajı oluşturabilecektir. Bu örnekleri sonsuz sayıda artırmak mümkündür.

Peyzaj, başka bir anımla, bulunduğumuz herhangi bir yerde bizi çevreleyen şeylerin tümüdür. Dağlar, tepeler, ovalar, vadiler, su yüzeyleri, nehirler, çeşitli bitki örtüsü ile arazi bulut, yağmur v.b özellikleri ile atmosfer, nsan ve hayvan varlıkları, yapılar, yollar, taşıtlar ile yerleşim bölgeleri, peyzajın fiziki elemanlarını oluşturmaktadır. Bunun yanısıra peyzaj, toplumların örf ve adetlerini, kanunlarını ve kültürlerinin tüm sosyal desenini de kapsar. Peyzaj, doğa ile insan ve onun kültürünün değişen oranlarda bir araya gelmiş işlemleirnin bir ürünü olarak ortaya çıkar. Gerçekten iklim ve toprak koşullarının hemen hemen aynı olduğu dünyanın farklı bölgesinde, onu kullanan insanların kültür seviyeleri, gelenekleri, sosyal ve ekonomik koşulları, birbirine tamamen zıt peyzaj ortaya koyabilir. Dünya üzerinde toprak, su, bitki, hayvan ve en önemlisi de insan topluluklarının varolduğu sonsuz varyasyonlarda sürekli değişen bir peyzajlar dizisini görmemiz mümkündür. Doğa görünümleri ve onu kullanan insan topluluklarının dörünüş ve yaşayış  ilkeleri, mekan içinde olduğu kadar, zaman boyutu içinde de değişmektedir. Bu yüzden peyzaj, doğa ve sosyal, ekonomik ve kültürel etkilerle değişime uğrayan dinamik bir yapıya sahiptir.

2. Peyzaj Çeşitleri: Peyzaj doğal ve kültürel olmak üzere iki çeşidi bulunmaktadır.

2.1 Doğal Peyzaj: İnsanın hiç veya az etkisi olan kendi doğal düzenini koruyan alanların görünümüdür. Bu gibi alanların ekolojik ve biyolojik dengesinde olan değişmeler ancak doğal kuvvetler dediğimiz deprem, yanardağ püskürtmeri, şiddeti deniz ve hava akımları, med- cezir, erozyon gibi olaylar sonucu ortaya çıkar. Ancak, bu etkiler doğal peyzajda nadir oalak ani, fakar genellikle bir çok nesilerin bile fark edenediği uzun süreler içinde meydana gelir. Doğal dış kuvveter, peyzajı sürekli olarak etkileme eğilimindedir. Buna karşılık, peyzaj unsurları arasındaki yardımlaşma, peyzaj tablosunun belirli ve dengeli bir ortam içinde kalmasını sağlar. Özellikle vejetasyon örtüsünün, bozulan peyzajı tamamlamadaki yönü çok büyüktür.

İnsanın herhangi bir etkisi görülmeyen peyzajda arazi, toprak, hava, su, bitki örütüsü ve hayvanlar topluluğu bir arada ekolojik bir denge oluşturmaktadır. Yani canlı ve cansız her eleman bu bütünün parçasıdır. O nedenle doğal peyzajdan koparılarak alınan en küçük bir parça, bütünlük içindeki yokluğunu hemen bize hissettirir. Doğal peyzaj, başta insan olmak üzere, tüm canlıların varlığını korumada, yaşantısını sürdürmede çok önemli rolü olan bir materyal kaynağı ve estetik tertip örneklerini bünyesinde toplayan güzel manzaralar dokusudur.

Doğal peyzaj, arazi ile iklim şartlarının çeşitli varyasyonları ile biçimlenir. Dünya gezegeni üzerinde gerek yatay ve gerekse düşey yönde arazi ve iklim şartlarının ortaya koyduğu sayısız doğal peyzaj örnekleri görmek mümkündür. Arazi, değişmeyen daha doğrusu hareketsiz kabul edilen stabil yapısı ile doğal peyzajın temelini oluşturur. Yani peyzajın bazını ve fonunu teşkil eder. Arazi üzerinde yer alan vejetasyon örtüsü ise fromları, normları ve renkleriyle peyzaja sınırsız zenginlik sağlar. Orman, maki, step, çöl, savan, preri, tundra, Alp rejyonu, vejetasyon örtüsünün, şekillenmiş büyük ekolojik birlikleridir. Bunlar içinde ağaç ve orman başlı başına bir peyzaj hazinesidir. İklim ise arazideki çeşitlilikleri meydana getiren doğal etkilerin en önemlisidir.

Doğal peyzajı kapsamış olduğu çeşitli ana elemanların özelliklerine göre alt tiplere ayrılabilir. Dağ peyzajı, deniz peyzajı, göl peyzajı, doğal orman peyzajı v.b daha ayrıntılı ayrım yapılmak istediğinde bunların içinde de farklı tiplerde ayrımlar yapmak mümkündür.

2.2 Kültürel Peyzaj: İnsanların doğayı çeşitli amaçlarla kullanımları sonucunda ortaya çıkan peyzaj formudur. Akıl ve onu kullanma yeteneği ile hayvanlardan ayrılan insanın, çevresini kendisine yarayışlı bir biçimde düzenlemesi, doğa-insan ilişkilerinin olumu sonuçlarını ortaya koyar. Fakar bu ilişkinin tarihi geçmişi göstermiştir ki toplumlar teknolojik ve bilimsel alanda geliştikçe, ilişkilerindeki denge, doğa alyhine bozulmuş ve genelde olumsuz denilebilecek kültürel peyzajların oluşmasına neden olmuştur. Nitekim insanoğlu ormanları ve dağları delmiş, yarmış, nehirleri ve bunlara benzer sayısız faaliyetlerle hasta görünümlü bir peyzaj, yaşanması güç bir çevre yaratmıştır. Fakat oluşan kültürel peyzaj, toplumların doğayı kullanış amaçlarına ve biçimlerine göre farklılıklar göstermektedir. Bu bakımdan, kesin bir sınırlarını saptamak zor olduğu halde, esas itibariyle kültürel peyzajı, kırsal ve kentsel peyzaj şeklinde ayırmak mümkündür.

2.2.1 Kırsal Peyzaj: İnsanın doğa içinde, kentsel amaçların dışındaki faaliyetlerinin ortaya koyduğu çevrenin görünümüdür. Bu faaliyetler, esas itibariyle tarımsal olabileceği gibi, rekreatif ve endüstriyel de olabilir. Faaliyet amaçlarına göre doğa ile ilişkileri dengeli veya dengesiz sonuçlar ortaya koyar. Esas itibariyle kırsal alanlar, kentsel ve doğal alanlar arasında geçit ve bir bakıma tampon görevi yapan alanlardır. İnsanların bu alanlardaki uğraşlarına göre peyzajı; tarımsal peyzaj, enüstri peyzajı, orman peyzajı, turizm peyzajı, ulaşım peyzajı diye ayırmak mümkündür.

* Tarımsal Peyzaj: Dünya üzerindeki insanların doğayı değiştirdikler ilk faaliyet tarımsal alanda olup ilk kültür peyzajı olarak  nitelendirilebilir. Tarım peyzajının karakterini esas itibariyle, arazi yapısı, toprak ve topoğrafik özellikler, su ve iklim gibi doğal etkenler, insanların örf-adet ve kültürleri ile birlikte ülkeden ülkeye ve bir yerden diğerine değişen çeşitlikte tarımsal peyzajlar ortaya koyar. Doğal peyzaj içinde tarla açılması, tarla parselizasyonu, teraslama, yollar, sulama kanalları, açık drenaj hendekleri, dağınık ve tek tarım işletmeleri, köy yerleşimleri, köy meydanı, köy okulları, hayvancılık işletmeleri ve ağıllar, yaylalar, doğal çayırlar ve meralar, tarımla ilgili çeşitli yapılar, su değirmeni, tarım bitkilerinin kapladığı yeşil örtü meyva bahçeleri v.b tesisler tarımsal peyzajın bünyesini meydana getirir. Tarım arazisi içinde kounmuş orman adacıkları, koruluklar, sulak lanlar, bataklık ve maki parçacıkları, çoğu kez tarla içinde rastlanılan soliter ağaçlar, güzel çiçekli dekoratif ağaçlar köy korulukları mezarlıklar gibi tarımsal peyzajın bünyesini zenginleştiren varlıklardır. Tarımsal peyzaj, genellikle insanların verimlilik amaçlarına hizmet eden ve bazen de karlılık esaslarına dayanan uğraşıların sonucunda ortaya çıkan bir peyzajdır.

* Endüstriyel Peyzaj: Kırsal alanlar içinde yer almış endüstri kuruluşlarını veya endüstriye hammadde temin eden faaliyet alanlarının ortaya koyduğu görünümlerdir. İnsanların doğada en fazla tahrip ettiği faaliyetlerdir. Nitekim bunlar sadece büyük kitleli tesisleriyle peyzaj içinde güç hazmedilen bir bütün olarak kalmaz, aynı zamanda çeşitli atık ve artıklarıyla havayı, suyu ve toprağı kirletmek suretiyle, insani hayvan ve bitki sağlığına son derece zarar verirler. Dağları, tepeleri, kemiren ve havaya devamlı şekilde toz çıkaran çimento fabrikaları, demir çelik tesisleri, çevre kirliliğinde çok büyük rolü olan azot fabrikaları rafineler ve benzeri sayısız tesisler, kırsal alanların huzur ve estetiğini bozan peyzaj örnekleridir. Endüstriye hammadde temin eden tesisler de , örneğin açık maden ve kömür ocakları, taş ocakları, tuğla fabrikaları gibi doğayı kemiren faaliyet alanlarıda çok kötü görünüşlü peyzaj alanlarıdır.

* Orman Peyzajı:  Tarımsal peyzaj ile çok yönlü ilişkisi olan orman peyzajı, ormanlar, su düzeni, iklim faktörleri, sosyal ve ekonomik bağları nedeniyle tarım peyzaj ile aynı mekan içinde bulunan ve peyzaj planlaması açısından ortak prensiplere bağlı doğal peyzaj varlıklarıdır. Çünkü orman köylerinin tarımsal etkinlikleri ve yerleşme çalışmaları, planlama ve işletme bakımından tarımsal yöre ile bir arada organik bir bütünlük arz eder. Orman içinde yapılan silvikültürel müdahaleler, suni ve doğal ağaçlandırma çalışmaları, milli parklar, tabiat parklarıi orman içi ve kenarı dinlenme alanları, orman yolları, odun depoları, orman yangın yolu ve şeritleri, yangın gözetleme kuleleri, orman köylerinin arazi kullanım biçini, mimari yapısı, kullanılan tarımsal faaliyetler, orman içi meralar, sulak alanlar, erozyon  ve kumul alanları gibi birçok obje orman peyzajını oluşturmaktadır.

* Turizm veya Rekreasyon Amaçlı Peyzaj: Kırsal alanda insanların eğlenme, dinlenme ve boş zamanlarının değerlendirme amaçları için ayrılmış ve düzenlenmiş alanların görünümdür. Piknik ve kamping alanları, plajlar, motel,  otel, tatil köyleri, rekreasyon peyzaj alanları, kent dışı spor alanları, kaplıcalar, mağaralar, tarihi kalıntılar, harabeler, arkeolojik sanat eserleri, golf alanları, spor kompleksleri gibi.

* Ulaşım Peyzajı: Karayolu, demiryolu ve akarsu boyu bağlantısı olmak üzere üç türlü ulaşım sistemi doğal peyzaj üzerinde öenmli iz bırakmaktadır. Kara ve demiryolu çalışmaları, insan emeğinin fazla karıştığı ve daha ziyade tekniğin baskısı altında meydana getiren tesislerdir. Kara ve demiryolları güzelgahı ve istasyonları, virajlar, oto parklar, yol kenarı dinlenme yerleri, benzin istasyonları köprüler, manzara yolları gibi.

2.2.2 Kentsel Peyzaj: Kentsel peyzaj alanları, kırsal peyzaj alanlarına nazaran yüzölçümü bakımından çok az bir alan kaplamasına rağmen, nüfus yönünden çok daha yoğundurlar. Kırsal peyzajın aksine günümüzde kent içinde doğal peyzaj güzelliklerinin izini bulmak artık olanak dışıdır. İnsan yapısı kültürel çevrenin, doğal peyzaja üstün olduğu bir mekan olarak ortaya çıkardığı kentler, insanların esar yerleşme amaçlarına ve varlıklarını sürdürme konusundaki  ideallerine göre karakter kazanırlar. Kentsel peyzaj, hangi amaçla olursa olsun, insanların kümelenme, toplanma içgüdülerinin ortaya koyduğu bir yaşama mekanıdır. Kent peyzajının esas karakterini, mimari yapılar ve bunların organizasyonu tayin eder. Kuruluşunda ana amaç ne olursa olsun hemen hemen bütün kentlerde toplumun yaşama, çalışma, eğlence ve dinlenme faaliyelerine imkan sağlayan bölümleri vardır. Bunlar iskan alanları, idari alanlar, ticaret alanları, endüstri alanları, trafik sistemi, sosyal tesisler, park ve bahçeler, spor alanları, açık alanlar ve doğal alanlar gibi kent iskeletini oluşturan elemanlardır.

İnsan için ideal bir yaşama ortamı olması gereken kent mekanında, bölümler arasında işlevsel bir bağlantı ve kullanışlılık kadar, estetik olma gibi ikili bir ilişki bulunması gerekir. Uygarlığın simgesi olarak kabul edilen kentlerin genelde işlevsel ve estetik özelliklerini kaybetmiş olduğu görülmektedir. Özellikle ülkemiz açısından kent peyzajının durumu acınacak durumdadır.

kaynak: Atila Gül

Doğa, Su ve İnsan-2

İnsan ve Kent

Kentleri insan nüfusunun yoğun olarak yaşadığı mekânlar olarak tanımlamak mümkündür. Kentler tarihin farklı aşamalarında yaşadıkları değişimlerle günümüzdeki durumlarına gelmişlerdir. Tarihsel aşamaların hassasiyetlerine göre kentler farklı kullanım ve yerleşim planlarına sahip olmuşlardır. Örneğin, ortaçağ döneminde savunma ihtiyaçları nedeniyle dışa kapalı, askeri gerekliliklerin önde olduğu, duvarların ardında ve hendeklerle çevrili bir karakterdeyken; barutun bulunmasıyla kent duvarları ve kaleler koruma işlevini yitirmiş, kent siluetinden kaybolmuş ve yerlerini açık alanlara bırakmışlardır. Bu bakımdan kent ve açık alanlar arasında değişen bir ilişkinin olduğu savunulabilir.

Güneş (2010), Hatt ve Reiss’a dayanarak; tarihsel olarak kentlerin ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı ve geliştiğini kesin bir biçimde ortaya koymanın güç olduğundan bahseder. Bu güçlüğün birinci nedenini antik kentler hakkında arkeolojik çalışmalara dayanan bilgilerin büyük oranda eksik olmasına bağlamaktadır. Bütün tarihsel dönemlerdeki ve farklı coğrafyalardaki kentlerin eşit bir şekilde incelenmediğini söyleyen araştırmacı, doğu toplumlarında yer alan kentler hakkında bilinenlerin batı uygarlığındaki antik kentler hakkında bilinenlerden daha az olduğundan yakınmıştır (Güneş 2010). Bütün bunlara rağmen kentlerde günümüzdeki kullanımlar bile, geçmişteki kullanımlara dair ipuçları verebilmektedir.

Geçmişin koşulları doğrultusunda kurulan birçok kent yeni oluşumlara gösterdikleri adaptasyon ölçüsünde ayakta kalabilmiştir. Ancak yine de kentlerin tarihi, kentlere değer katmasının yanında çözülmesi güç sorunları da beraberinde getirmektedir. Kentlerin; eski dönemden kalan bir organizasyon ve işleyişe sahipken, aşırı nüfus artışı nedeni ile yeni oluşan koşullara adapte olması zaman almıştır. Bazı mekânsal sıkıntılar ile yüz yüze kalan kentler yeni dönemin koşullarına uygun çözümler aramak ve bu çözümleri idealize etmek zorunda kalmışlardır.

Örneğin yaşanan yoğun göç, konut sıkıntısını doğurmuştur. Bunun yanında yaşanan teknolojik atılımlar, yeni üretim merkezlerinin açılmasına, yeni üretim biçimlerinin oluşmasına ve yeni iş kollarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Eskiyen ve eskide kalan üretim merkezleri terk edilerek, hayalet yapılar ve ıssız mekânlar halini almışlardır. Diğer taraftan üretimin en büyük girdisi olan doğal kaynak kullanımı ise had safhaya ulaşmış ve doğanın yoğun kullanımı beraberinde birçok sorunun oluşmasını tetiklemiştir.

İnsanlar oluşan bu yeni dönemde, geleneksel yerleşim biçimlerinin dışında yeni dönemin yarattığı koşullar altında yoğun ve düzensiz bir yerleşim geleneğinin esiri olmuşlardır. Yoğun nüfusun etkisi altında, arsa fiyatlarının artışı da yerleşimde pragmatik bir anlayışın benimsenmesine neden olmuştur. Bu pragmatik anlayış, insanın rutinler içinde sıkışarak, kendine ve çevresine yabancılaştığı bir ortam yaratmıştır. İnsan ruh halindeki değişim, suç oranlarındaki yükselme, bu genel sıkıntının bir dışavurumudur.

Zizek’e (2008) göre dünyada yaşanan ekolojik krizin önemi ne kadar vurgulansa azdır. Kriz, sadece yarattığı fiili tehlike yüzünden, yani sadece insanın hayatta kalıp kalmaması söz konusu olduğu için önemli olmayıp “doğa”ya dair günlük kavrayışımızı ve algılarımızı sorguladığı için de tartışılmalıdır. Ekolojik krizlere karşı bireylerin farklı tepkileri bulunmaktadır. Zizek, bu tepkileri başlıca üçe ayırmaktadır. Birincisi, ekolojik krizi tam anlamıyla ciddiye alma isteksizliği içinde bulunanların geliştirdiği, “meselenin fena halde ciddi olduğunu gayet iyi biliyorum; ama yine de buna inanmıyorum, bunu simgesel evrenime dahil etmeye hazır değilim ve bu yüzden de ekolojik sorunların günlük yaşamıma etkisi olmayacakmış gibi davranmayı sürdürebilirim” düşüncesidir. Ekolojik krize verilen diğer bir tepki ise takıntı düzeyindedir. Kişi; “eğer ben bunu yapmazsam korkunç bir felakete neden olacak” diye düşünür. Üçüncü tür tepki ise, ekolojik krizin anlamının “doğayı acımasızca sömürüşümüz, doğayı kullanılıp atılan bir nesne ve malzemeler temin ettiğimiz bir depo muamelesi yapmamız yüzünden verilen bir ceza” olduğu düşüncesini taşıyanların verdiği tepki türüdür. Sadece bu üçüncü türde tepki verenlerin çıkardığı ders, doğanın parçası olarak yaşamamız, kendimizi onun ritimlerine uydurmamız, onun içinde kök salmamız gerektiğidir. Lacancı bir yaklaşımla ekolojik kriz konusunda, ekolojik krizin gerçekliğinin anlamsız fiiliyatı içinde, ona bir mesaj ya da anlam yüklemeden kabul etmeyi öğrenmemiz gerektiği vurgulanmaktadır (Zizek 2008). Bu da doğa ile insanı karşı karşıya getirmeden, bir denge içinde yaşamasına imkân veren bir anlayışın insanlığa hâkim olması ile mümkün olabilir. Ekolojik krizlerin önlenmesine yönelik planlama yaklaşımları bu durumun oluşturulmasında önemli bir etmen olabilecek potansiyele sahiptir.

Peyzaj bakış açısı içine giren objelerin tümü, canlı cansız unsurlardan oluşan alan anlamına gelmektedir. Burada peyzajı oluşturan topografya, jeoloji, toprak, su ve bitki örtüsü gibi doğal faktörlerin yanında, peyzajı şekillendiren ve çoğu zaman değiştiren insan ile peyzaj arasındaki ilişkilerin anlaşılması önemlidir (Atik 2010). Kent içindeki peyzajda ise doğal öğelerden daha ziyade insan yapısı öğelerin baskın durumda olduğu bir manzara karşımıza çıkmaktadır. Zaman içinde değişen insan kullanımları ise, bu mekânların zaman içinde değişime ve dönüşüme uğramasına neden olmaktadır. Ancak tasarım disiplininden gelen plancı ve tasarımcılar bu mekânların dönüşümünü ve kente kazandırılmasını sağlayabilmektedir (Reed 2008).

Yapılan birçok çalışmada belirtildiği gibi su ve su yapıları ile ilgili çalışmalar doğa onarımı çalışmalarının yanında kültürel nitelikli çalışmalardır (Gobster ve Hull 2000, Darby ve Sear 2008). Bugüne kadar yapılan çalışmalarda, halkın desteğini alabilen çalışmaların daha başarılı sonuçlandığı görülmektedir. Bunun yanında en önemli materyalin ise doğanın kendisi olduğu kabul edilmelidir.

Bu durumdan dolayı planlama, tasarım, yönetim ve değerlendirme aşamalarının her birinde peyzaj ekolojisini göz önüne alan, paydaşların ilgi ve beklentileri doğrultusunda hareket eden, sürdürülebilir ve ekonomik yönetim yaklaşımları benimsemek bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sonuç

Kentlerde yaşayan insanlar doğaya duydukları özlemi, kent içindeki kente yakın ve kent dışındaki rekreasyon alanlarındaki faaliyetleri ile gidermeye çalışmaktadırlar. Kent içindeki yeşil alan ihtiyacının yetersizliği nedeniyle kent dışındaki alanlarda oluşan aşırı talep, kent içinde kalan boşlukların uygun planlama kararlarıyla değerlendirilmesi ve mevcutta bulunan yeşil alanların niteliğinin arttırılmasıyla üstesinden gelinebilecek bir durumdur. Bu şekilde kent dışı doğal alanlar üzerindeki mevcut baskının ortadan kalkması olasıdır. Bu açık ve yeşil alanların yanında bu alanları destekleyen akarsu ve akarsu koridorlarının kente kazandırılması ile desteklenebilir. Bu sayede kentte yeni rekreasyon alanları oluşmasının yanında kullanarak korumanın önü açılmış olmaktadır. Akarsular bu sayede endüstriyel alanların atıklarının baskısından kurtarılarak, kentliye hizmet eden doğal bir kullanıma dönüşmüş olacaktır.

Kentsel ekosistemin devamı için su kaynaklarının korunması önem arz etmektedir. Eski dönemde enerji üretimi kaygıları ile inşa edilen, ancak yapımı sonrasında doğaya zararlarının bulunduğu görülen birçok hidro-elektrik santralinin devre dışı bırakılması, söz konusu alanlarda doğa onarım çalışmalarının başladığı görülmektedir. Ancak ne yazık ki ülkemizde dünya çapında terk edilen bu teknoloji, işletme standartlarının da altında faaliyet göstermekte ve akarsuların can suyuna önem verilmeden yenileri inşa edilmektedir. Bu konuda toplumsal bir bilinç yerel düzeyde oluşsa da, yerel paydaşların talepleri büyük şirketlerin istekleri doğrultusunda görmezden gelinmektedir.

Bunun yanında su varlıklarının tarımsal üretimde kullanımında da ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Daha yakın zamana kadar göller ve bataklıklarda, tarım alanı kazanmak için kurutma çalışmaları yürütülmekteydi. Günümüzde bu gibi ilkel uygulamalardan giderek uzaklaşıldığını görmek oldukça memnuniyet vericidir. Ayrıca akarsulardan temin edilen sulama suyunun yanlış kullanımı sonucunda su kaybı yaşanmakta ve toprağın tuzlanarak verimsizleşmesi sorunlarına karşı önlemler alınmaya başlanmıştır. Damlama sulamanın tarımda ağırlıklı olarak kullanılması yönünde teşviklerin devlet tarafından sağlanması yanında enerji etkin üretim faaliyetleri konusunda da üreticinin bilgilendirilmesi ve teşvik edilmesi önem taşımaktadır.

Lynch’e göre en beğenilen görünümler genellikle suyun ve mekânın görülebildiği geniş panoramalardır (Lynch 1960). Su, doğanın ve dolayısıyla insanoğlunun vazgeçilmez bir unsurudur. Bu şekliyle akarsular da kentlerin insanı doğayla birleştiren hayat damarları olarak kabul edilebilir. Bu nedenledir ki kentlerde akarsuların niteliğini iyileştirmeye yönelik çalışmalar kent insanını doğaya yakınlaştırmakta, kentte yaşama konforunu artırmakta, insana yaşam sevinci verirken kente ayrı bir kimlik kazandırmaktadır. Günümüzde pek çok uygulamada tanık olduğumuz akarsuları kanal içine alarak iyileştirme ve kentsel mekân oluşturma çabaları ne yazık ki kent insanını su unsurunda uzaklaştırmaktadır. Pek çok Avrupa ülkesinde tanık olduğumuz uygulamaları ülkemiz  kentlerinde de görmek vatandaşlarımızın en doğal hakkıdır. Avrupa Peyzaj Sözleşmesi’nde peyzajın kişisel ve sosyal refahın en önemli öğesinden birisi olduğu belirtilmektedir. Peyzajların korunmasının, yönetilmesinin ve planlanmasının toplumdaki her bireyin hak ve sorumluluğunda bulunmaktadır. Günümüzde de kentsel alanlar içinde kalmış akarsu koridorlarındaki planlama ve tasarım konularına gereken duyarlılığın gösterilmediğini görmek peyzaj mimarı olmanın ötesinde bir kentli olarak bizlere önemli bir sorumluluk yüklemektedir. Topoğrafya, vejetasyon ve sosyokültürel altyapının da dikkate alındığı planlama ve tasarım çalışmaları kentlilerin en doğal hakkıdır. Bu konuda Peyzaj Mimarları, Şehir Bölge Plancıları, Mimarlar, Çevre Mühendisleri, Biyologlar ve İnşaat Mühendisleri kent insanın da ihtiyaçları ve beklentileri doğrultusunda ortak projeler üretmelidirler.

kaynak: Ekin OKTAY, Reyhan ERDOĞAN/ Peyzaj Mimarlığı Dergisi

 

Doğa, Su ve İnsan

Doğa, insana ve diğer bütün canlılara ev sahipliği yapan en önemli unsurdur. Ancak insan faaliyetleri sonucunda oluşan birçok bozulma doğanın niteliğini bozmakta ve kalitesini düşürmektedir. Bunun en önemli göstergesi ise su ve su yapılarında  gözlenmektedir. İnsanın bunca ekolojik krizin sorumlusu olduğu su götürmez bir gerçektir. Bundan dolayı genelde insan ve doğa arasında, özelde ise insan su arasında dengeli bir ilişkinin kurulması önem arz etmektedir. Bu çalışmada da bu temelden hareketle doğa, su ve insan arasındaki ilişki irdelenmiş ve Türkiye özelinde çözüm önerileri geliştirilmeye çalışılmıştır.

Doğa

Doğa birçok canlının etkileşimi sonucunda ortaya çıkan, insanların ve diğer hayvanların da mensubu olduğu geniş bir üst kümeyi oluşturmaktadır. Bu bakımdan insanoğlunun öngördüğü gibi, insan doğanın dışında veya üstünde yer almamakta; kendi içinde uyumla çalışan bu sistemin bir parçası durumundadır. Ancak insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği simge ve işaretler kullanarak yarattığı soyut, zihinsel bir dünyaya sahip olmasıdır. Bu soyut dünya sayesinde kültür oluşturabilmiş, dil ve yazı ile bilgilerini yetişen kuşaklara aktarmayı başarabilmiştir. Yine bu boyut sayesinde insanoğlu, diğer canlılara karşı ne kadar savunmasız ve diğer canlılardan ne kadar zayıf olsa da hayatta kalmayı başarabilmiştir. Bu insanın doğa içerisinde yaşamda kalmak için gerçekleştirdiği en önemli çabasının ürünüdür.

Ancak her ne kadar, kendine ait zihinsel bir doğa yaratmış olsa da insanın temel yaşamı doğa içerisinde geçmektedir. Fiziksel anlamda yaşamını devam ettirmek için ihtiyaç duyduğu bütün kaynakları insanoğlu doğadan karşılamaktadır. Bu bakımdan insanın kendisini doğanın dışında düşünmesi ve bir ikilik (Kartezyen felsefedeki ismi ile dualite) oluşturması bu bakımdan farazi bir durum ortaya koymaktadır.

İşte sayılan tüm bu nedenlerden dolayı doğanın ve doğayı oluşturan canlıların varlığının insan açısından önemi tartışılmazdır. Bu bakımdan insanın hayatını devam ettirdiği bu yaşam alanına gereken önemi vermesi zorunludur.

İnsanoğlu, medya ve diğer kaynaklardan duyduğu çevresel felaketler, üçüncü kaynaktan edindiği bilgiler ve gelecekte olması muhtemel çevre felaketlerine çoğu zaman önem vermemektedir. Bu da gerekli önlemleri alarak çevrenin ve doğanın korunması için gereken adımların atılmasına engel olmak tadır. İnsanların çoğu; petrol krizi, çevresel kirlenme veya su kıtlığı gibi olaylardan doğrudan doğruya değil de, ikincil derecede etkilenmektedir. Yani çoğu insan, özelikle de gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin vatandaşları günlük yaşamlarında, sorunun kendisi ile değil de  sorunun yol açtığı ikincil derecede etkilerle yüz yüze gelmektedir. Bu ikincil etmenlerde sorunun kaynağı olan temel faktörlerin anlaşılmasını güçleştirmektedir. Toplumun büyük bir kısmı bu gibi sorunların temelinde bulunan etmenleri görmemektedir.

Bu durumdan dolayı bu gibi olaylar sorunların sanal sorun olarak algılanmasına neden olabilmekte ve gereken önem verilmemektedir. Kısaca bunun temelinde, insanların tehlikeyle birebir yüz yüze gelmemiş olması yer almakta ve yerkürenin tamamını etkileyen olaylar dahi bireyin temel yaşamsal itkilerinin harekete geçmesi için yeterli olamamaktadır.

Küresel ısınma, içme suyu sıkıntısı, sel, kuraklık, türlerin yok oluşu vb. gibi sorunlara insanoğlunun duyarsız kalması, bir anlamda bu temel itkilerin sadece yüz yüze gelinen gerçek bir tehlike karşısında harekete geçmesinden kaynaklanmaktadır. Bu problemlerin çözümünden önce günlük hayatındaki iş, aile, barınma ile ilgili sorunlar, ortalama insanın zihnini daha çok meşgul etmektedir. Yaşanan büyük modernleşmeye ve gelişmeye rağmen, halen daha atalarından miras kalan bazı itkilerle hayatını devam  ettirebilmekte olan insanın çelişkileri, zararın sadece kendini değil, çevresini de etkilemesine yol açmaktadır. Su ve akarsular da bu bozulmadan en büyük payı alan kaynaklar arasındadır.

Su

Su yaşamın vazgeçilmez öğelerinden birisidir. En basit ifade ile su yaşamdır. Canlı organizmanın büyük bir kısmı sudan meydana gelmektedir. Bütün yaşamsal faaliyetler su ile mümkün olabilmektedir. Bu nedenle su ve yakın çevresi, tarihin bütün dönemlerinde fiziksel ve kültürel anlamda önem taşımıştır. Birçok toplum ve insan topluluğu, yaradılış efsane ve mitoslarını, su üzerinden kurmaktadır. Bilimsel veriler de tıpkı mitolojide olduğu gibi suyun önemine işaret etmektedir.

Su ve su kıyıları tarih boyunca insanoğlunun yiyecek, yerleşme, çoğalma ve öğrenmeyi sağlayabildiği en ideal yaşam alanlarından biri olma görevini üstlenmiştir. Su, işlevsel açıdan sağladığı kolaylıklar yanında uygun iklimsel özellikler, manzara ve eğlenceli zaman geçirilebilecek alanlar da sunmaktadır. Bu temel ihtiyaç, canlının her zaman gereksindiği bir nesne konumundadır. Canlılığın devamı için gerekli olan su, insanın çoğu zaman farkında olmadığı ve önemsemediği bir kaynak olabilmektedir. Bu koşullanmadan dolayı insanların bu temel kaynağa gereken ilgi ve özeni göstermemesi, o an ki koşullar çerçevesinde hatalı değerlendirmeler sonucu yanlış kararlar alarak, bu önemli kaynağın zarar görmesine, azalmasına ve hatta tükenmesine neden olabilmektedir.

Yaşamsal önemin yanında, su kaynakları insan hayatında farklı açılardan önemli bir yer tutmaktadır. Neredeyse bütün büyük şehirler, akarsu koridorları boyunca inşa edilmiştir.

Kıtaları saran denizler kadar dünya, kıtaları ağ gibi örmüş olan akarsu sistemleri ile de beslenmektedir. Kırsal alanlara olduğu gibi kentsel alanlara da sokulan akarsular kentlerin tarihleri, sosyo-kültürel yapıları ve ekonomileri ile yoğrulmakta, şekil bulmaktadır. Bu akarsular topoğrafik yapılarının sahip olduğu şartlar ile kentler içinde odak noktaları olduğu gibi, fark edilmeyen fiziksel durumlarıyla da varlıklarını sürdürmektedir. Dünyadaki kentsel akarsulara örnek olarak; Venedik Kanalı (Venedik, İtalya), Tiber Nehri (Roma, İtalya), Sein Nehri (Paris, Fransa), Saone Nehri (Lyon, Fransa), Thames Nehri (Londra, İngiltere), Mersey Nehri (Liverpool, İngiltere), Tyne Nehri (Newcastle, İngiltere), Spree Nehri (Berlin, Almanya), Ren Nehri (Köln, Almanya), Elbe Nehri (Hamburg, Almanya), Main Nehri (Frankfurt am Main, Almanya), Oder Nehri (Frankfurt an der Oder, Almanya), İsar Nehri (Münih, Almanya), Ren Nehri (Basel, İsviçre), Aare Nehri (Bern, İsviçre), Limmat Nehri (Zürich, İsviçre), Parma Nehri (Parma, İtalya), Rotterdam Kanalları (Hollanda), Amsterdam Kanalları (Hollanda), Besos Nehri (Barselona, İspanya), Garonne Nehri (Bordo, Fransa), Tuna Nehri (Ingolstadt, Almanya; Viyana, Linz, Avusturya; Budapeşte, Macaristan, Belgrad Sırbistan), Charles Nehri (Boston, Massachusetts, ABD), Hudson Nehri (New York, ABD.), San Antonio Nehri (San Antonio, Texas, ABD.), Cheonggye Deresi (Seul, Güney Kore), Nil Nehri (Kahire, Mısır) verilebilir.

Ülkemizde de pek çok kentimiz akarsuya sahip olma bakımından şanslıdır. Bunlar genelde küçük dere ve çaylar olduğu gibi bir nehir
kenarında olma şansına sahip kentlerimiz de vardır. Türkiye’deki kentsel akarsulara örnek olarak; Alleben Deresi (Gaziantep), Ankara Çayı (Ankara), Porsuk Çayı (Eskişehir) Melen Çayı (İzmir), Manavgat Nehri (Manavgat/Antalya), Düden Çayı (Antalya), Aksu Çayı (Antalya) Meriç Nehri (Edirne), Asi Nehri (Antakya), Yeşilırmak Nehri (Amasya), Seyhan Nehri, Adana, Kağıthane Deresi (İstanbul), Bartın Çayı (Bartın), Çoruh Nehri (Artvin), Dicle Nehri (Diyarbakır) verilebilir.

Derelerden büyük nehirlere, küçük gölet ve göllerden büyük göllere, drenaj kanallarından su toplama rezervuarlarına kadar çeşitli biçim ve boyutlarda olabilen su yüzeyleri; peyzajda hem görsel hem de fonksiyonel olarak önemli işlevlere sahip birer kaynak konumundadırlar.

Peyzajda farklı biçim ve formlarda olabilen su öğeleri gerekli düzenlemelerle toplum sağlığının iyileştirilmesi, bireyin kent yaşamında karşılaştığı güçlükler ve bunların sonucu oluşan stresin giderilmesi, psikolojik olarak tatminin sağlanması ve yabancılaşmanın önüne geçilmesi, su öğesinin ve yeşil alanların yerinde ve doğru planlanması ve tasarımıyla mümkün olabilmektedir. Bu süreç mekânsal kurgunun yanında toplum ve bireyin ihtiyaçlarının bilinmesi ile mümkün olabilmektedir.

Ancak gelişime bağlı olarak akarsular zamanla bazı bozulmalara uğramış ve bu alanlarda yeniden düzenleme ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Özellikle sanayi devrimi sonrasında oluşan bu yeni dönemde; öncesinde kırsal alanlarda yüksek oranda bulunan nüfus, üretim biçimlerinde yaşanan değişimler nedeniyle büyük kitleler halinde, oluşan iş gücü ihtiyacını karşılamak üzere kentsel yerleşim alanlarına göç etmiştir. Bu dönemde “kır” cazibesini yitirmiş ve “kent” büyük bir mıknatıs gibi kitleleri kendisine çekerek bugün yaşanan çözülmesi zor kentsel sorunların oluşumuna zemin hazırlamıştır. Kentsel alanlarda bulunan doğal alanlar tahribe uğramış ve bu süreçte en çok zararı akarsu ve kıyıları görmüştür. Bu bozulmuş ve niteliğini yitirmiş alanların kentlilerin kullanımına yeniden sunulabilmesi için sürdürülebilir planlama ve tasarım yaklaşımlarına ihtiyaç duyulmaktadır.

Kent içinde akarsuların çevresi iyi tasarlanıp düzenlendiğinde insanları çevresinde toplar. Akarsu çevreleri çeşitli aktivitelerin yer aldığı bir mekân haline gelerek toplanma eylemine olanak tanır. Genel olarak akarsuların içinde yer alan heykel gibi plastik elemanlar, sanat yapıları ya da mimari unsurlar, akarsuyun çevresinde toplanma eylemini güçlendirir. Ulaşım mekânları olarak akarsular çizgisel ve yönlendirici karakterde olup, mekânsal olarak kent içersindeki hareketi güçlendirici etki sağlar. Akarsular içerisindeki araç ulaşımı sayesinde kentin mekânsal, kültürel varlıklarının farklı açılardan algılanması olanağı oluşur ve kent ile insanın ilişkisi bu sayede güçlenir.

Hareket, mekânların faklı açılardan ve farklı noktalardan algılanmasına olanak tanır. Kentsel mekânın algılanmasında Gordon Cullen “Ardışık İmaj” adı altında, yayanın kent mekânlarını birbiri ardı sıra gelen imajlar dizisi olarak algılamasının önemine değinirken, bu bütünlük ve değişkenliğin kentin algılanmasına anlam kazandırdığını dile getirmektedir. Akarsular; kentin doğal unsurları ile yapay unsurlarının kültürle zenginleştirilmiş bütünsel algısında, insana heyecan verici peyzajlar sunabilmektedir. Bu hem suyun içerisinde hem de suyun dışarısında karşılıklı olarak iki yönde gerçekleşebilmektedir. Yoğun kentleşme sonrasında, yatay ve dikeyde gelişen yapılar insan ölçeğinde kentsel mekânların algılanmasını imkânsız kılmaktadır. Bu bakımdan kent içerisindeki boşluklar, kentin peyzajını, bir anlamda kent manzaralarını algılamada önemli araçlar sunmaktadır. Özelikle boğaz, akarsu, göl, deniz kıyısı gibi geniş su yüzeyleri kentin algılanması için manzara noktalarına ev sahipliği yapmaktadır.

kaynak: Ekin OKTAY, Reyhan ERDOĞAN/ Peyzaj Mimarlığı Dergisi

İklim Değişikliği Gündeminde Kentsel Yeşil Alanlara Yeniden Bakış

GİRİŞ

Günümüzde iklim değişikliği dünyanın karşı karşıya kaldığı en büyük sorunlardan biri olarak kabul edilmektedir (Kopenhag Mutabakatı 2009). Sera gazı emisyonları hemen durdurulsa dahi, atmosferde biriken sera gazları iklim sistemlerini etkilemeye devam ederek bir süre daha iklimin değişmesine neden olacaktır.

Araştırmalar, iklim değişikliğinin etkilerinin çok ağır olacağını ortaya koyarken, olası etkilerin doğal ya da yapay sistemlerde, farklı sektörler ya da bölgelerde kümülatif ya da sistematik olarak görülmesi beklenmektedir. Ormanlar ya da göller gibi pek çok ekolojik sistem ile turizm ya da tarım gibi iklime dayalı sektörler küresel, bölgesel ya da yerel iklim değişikliğinin baskısı altındadır.

İklim değişikliğinin insan yerleşimlerini az ya da çok, çeşitli şekillerde etkileyeceği neredeyse kesin olarak kabul edilirken, insanların, yapıların, ekonomik aktivitelerin, ulaşımın ve atıkların yoğunlaştığı kentsel alanların da iklim değişikliğinden etkilenmesi beklenmektedir. Bartlet vd.  yüz milyonlarca kentlinin günümüzde yaşanan ve gelecekte yaşanacak olan etkilerden dolayı risk altında olduğunu belirtmektedir. Ancak kentler ve iklim değişikliği arasındaki ilişki basit ve doğrusal değildir ve her kentte yaşanan etki o kentin bulunduğu bölgeye, doğal, kültürel, sosyal, ekonomik yapısına, yapılı çevresine bağlı olarak farklı şekillerde olmaktadır.

İklim değişikliğinin kentlerdeki etkilerini doğrudan ve dolaylı etkiler ya da fiziki ve sosyoekonomik etkiler olarak sınıflandırmak mümkündür. TAR (2001)’de iklim değişikliğinin kentlerde insan sağlığı ve altyapıyı doğrudan etkileyeceğini belirtilirken; çevre, doğal kaynaklar ya da turizm, tarım gibi yerel sanayiyi etkileyerek dolaylı etkilerde bulunacağını belirtilmektedir. Öte yandan kentsel alanlar deniz seviyesinin yükselmesi, kasırga, aşırı yağış, sel, kentsel sel, sıcak hava dalgası gibi iklim değişikliğinin yarattığı fiziki etkilerin baskısı altındadır. Dhakal; seller, kasırgalar ve altyapı zararlanmalarının sosyoekonomik etkilerinin göz ardı edilemeyeceğini belirterek kentlerin sosyal ve çevresel, ekonomik açılardan giderek daha fazla etkileneceğini vurgulamaktadır.

Bu koşullar altında kentlerdeki riskleri azaltmak ve yaşam kalitesini sürdürebilir kılmak için iklim değişikliğinin olumsuz etkilerini azaltmak önemli bir konu/gündem haline gelmektedir. Ancak yerel ölçekte çözülebilecek ve mekansal planlamanın kritik öneme sahip olduğu bu noktada kentsel yeşil alanların rolünün irdelenerek yeniden ortaya konulması öncelikli ve ivedi bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Üç ana bölümden oluşan bu çalışmada birinci bölümde iklim değişikliği ve kentler arasındaki ilişki ortaya konulacak, ikinci bölümde
iklim değişikliği ile mücadele sürecinde kentsel yeşil alanların yeri ve rolü tanımlanarak son bölümde bir değerlendirme yapılarak öneriler geliştirilecektir.

İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ VE KENTLER

Bugün dünya nüfusunun yarısı kentsel alanlarda yaşamaktadır ve 2050 yılına gelindiğinde bu oranın %67’ye çıkması  eklenmektedir (UN-DESA 2012). Kentleşme oranlarındaki artış, günümüzde zaten doğal sınırlarını aşarak büyüyen kentlerin eşiklerini daha da fazla zorlamasına ve yerleşilemez alanlara doğru sağlıksız biçimde genişlemesine yol açacaktır. HABITAT (2011), iklim değişikliği ve kentleşmenin etkilerinin bir araya gelerek dünyanın çevresel, ekonomik ve sosyal istikrarını ciddi anlamda tehdit edeceğini belirtmektedir.

Temel faaliyeti iklim değişikliği konusunda yapılan çalışmaları/araştırmaları düzenli aralıklarla değerlendirerek raporlamak olan Intergovernmental Panel on Climate Change (IPCC), değerlendirme raporlarında iklim değişikliğinin yerleşimlere etkilerini açıklamıştır. Beklenen etkiler küresel önem sırasına göre sel, toprak kayması, tropikal hortum, su kalitesi, deniz seviyesinin yükselmesi, sıcak /soğuk hava dalgaları, su kıtlığı, yangın, dolu, fırtına, tarım/ormancılık/ balıkçılık verimliliği, hava kirliliği, permafrost alanların erimesi ve kentsel ısı adalarıdır. Kentler konumlarına, ekonomilerine ve nüfus büyüklüklerine bağlı olarak bu etkilerden etkilerden farklı şekillerde ve oranlarda zarar göreceklerdir (TAR 2001).

Kentsel yerleşimler ve kentler iklim değişikliğinin etkilerinden kıyı kentlerinde deniz seviyesinin yükselmesi, ekstrem olaylardan ötürü altyapının zarar görmesi, aşırı yağışlardaki artıştan ötürü artan akarsu ve kent selleri, sıcaklık anomalileri, kuraklık, yüksek sıcaklıklardan veya ekstrem olaylardan ötürü insan sağlığında meydana gelen etkiler, enerji talebinde değişimler, su arzı ve talebindeki değişimler, turizme ve kültürel mirasa etkiler, hava kirliliğine ikincil etkiler olmak üzere birçoğunu yaşayacaktır.

İklim değişikliğinin kentlerdeki etkileri altı ana başlıkta incelenebilir:

Yapılı Çevreye Etkiler

Yapılı çevre, doğal çevreden farklı olarak insanların çevresindeki konut, ofis, hastane, okul, alışveriş merkezi gibi küçük ölçekli birimlerden komşuluk birimi, semt, kent gibi büyük ölçekli birimlere ve aynı zamanda bunlar arasındaki yollar, yeşil alanlar ve ulaşım sistemleri gibi insan yapımı bileşenlerden oluşmaktadır (Younger et al., 2008). Yapılı çevrenin bileşenleri ve insan aktiviteleri kentlerde iklim bileşenleri ile etkileşime girmektedir. Arazi kullanım kararları ve yapılı çevrenin tasarımı bu etkileşimin türünü ve derecesini belirlemektedir.

Yapılı çevrenin iklim değişikliğinden etkilenme derecesi aslında kentin ne kadar sürdürülebilirlik ilkeleri dikkate alınarak inşa edilmiş olduğunun da göstergesidir. Mevcut afet risklerini dikkate alarak ortaya çıkan kentsel gelişim en azından bugünkü riskleri azaltmada önemli bir faktördür. Ancak çoğu zaman kentleşme baskısı yüzünden doğal limitleri zorlayarak yapılan gelişim/ kentleşme iklim değişikliğinin hem bugünkü hem de gelecekte ortaya çıkacak etkilerinden zarar görme derecesini arttıracaktır. İklim değişikliğinin yapılı çevre üzerindeki etkilerini;

• Kıyı kentlerinde deniz seviyesinin yükselmesinden ötürü yapılı çevreye doğrudan etkileri, su basması ve yer değiştirme (inundation and displacement), fırtına sellerine (storm flooding) bağlı zararlanmalar ve engellenen drenajdır. Potansiyel dolaylı etkiler ise dip sedimentlerinin/ çökellerinin dağılımındaki, kıyı ekosistemlerinin fonksiyonlarındaki değişiklikler ve insan
faaliyetlerine etkilerdir.

• İklim değişikliğine bağlı tehlike ve afetlerin artan sıklığından ötürü konut ve ticari yapılardaönemli zararlar meydana gelecektir.
Bu bağlamda seller en pahalı ve yıkıma sebep olan doğal afetlerdir ve dünyanın pek çok bölgesinde fazlalaşan yağış yoğunluğuna bağlı olarak artacaktır (HABITAT 2011). Artan yağışlardan ötürü toprak kayması riskinin de kentteki yapılı çevrede zarara yol açması beklenmektedir.

• İklim değişikliğinin kentteki yapılı çevredeki en iyi bilinen ve pek çok çalışmada ortaya konulan etkilerinden biri sıcak dalgalarının
sayısındaki ve sıklığındaki artıştan ötürü kentsel ısı adalarının kentlileri daha fazla olumsuz olarak etkilemeye başlayacak olmasıdır.

• Yapılı çevrenin önemli bileşenlerinden biri olan ulaşımın aşırı yağışlar ve buna bağlı olarak ortaya çıkacak seller ve toprak kaymalarından zarar görmesi beklenmektedir. İklim değişikliği etkilerine bağlı olarak bir yandan ulaşım altyapısının (yollar, köprüler, havaalanları, limanlar vb.), zarar görmesinden ötürü kentteki ulaşım hizmetleri de etkilenerek kesintiye uğrayabilecek; diğer yandan iklimsel koşullar ulaşım taleplerini etkileyebilecektir.

Altyapıya Etkiler

Bir kentin fiziki altyapısı içme suyu, kanalizasyon, enerji dağıtım, ulaşım sistemlerini kapsamaktadır.

İklim değişikliği bir kentin fiziki altyapısını doğrudan etkilemekte, buna bağlı olarak da o kentte yaşayanların refah ve geçimi etkilenmektedir (HABITAT 2011). Ibarrarán (2011), kompleks kentsel altyapı problemlerinin ve çevre problemlerinin yaşandığı kentlerin dikkatli planlama yapılmaz ve uygun yatırımlar gerçekleştirilmezse iklim değişikliğinden ötürü bunlara ek olarak ortaya çıkacak değişikliklerin insafına kaldığını belirtmektedir.

Su

İklim değişikliğinin kentlerde hem su arzı hem de su talebi üzerinde etkili olması beklenmektedir. Yağış rejimlerinde yaşanan değişimler su kaynaklarını etkileyecek, hava sıcaklıklarındaki artış ise bir yandan su kaynaklarını etkilerken diğer yandan su talebi üzerinde etkili olacaktır. Arz ve talep dengesinde yaşanacak değişiklikler kentlerdeki hızlı nüfus artışı ile bir araya gelerek yeni sorunlara yol açacaktır.

Ancak su konusu ile ilgili etkiler dünyanın her yerinde aynı olmayacaktır. Yağışlardaki değişiklikler ve deniz seviyesinin yükselmesi kentlerde suyun kalitesini ve arıtılmasını etkileyecektir. Su sıcaklıklarının artmasının su kirliliğini de etkilemesi/arttırması beklenmektedir (HABITAT 2011). Ayrıca içme suyu altyapısının sellerden ya da fırtınalardan etkileneceği de göz ardı edilmemelidir.

Kanalizasyon

İlkim değişikliğine bağlı olarak yaşanacak afetlerin kanalizasyon sistemlerini zaten problem yaşayan özellikle gelişmekte olan ülkelerde etkilemesi beklenmektedir. Özellikle sel, toprak kayması ya da fırtına gibi afetlerin kanalizasyon altyapısına zarar vermesi söz konusu olacaktır.

Enerji

Kentler yapay ekosistemler olmalarından ötürü doğal ekosistemler gibi kendi enerjilerini üretebilme ve kendi kendilerine yetebilme özelliğine sahip değildirler. Kentteki barınma, ulaşım, üretim vb pek çok sistem için dışarıdan enerji girdisi sağlanması gereklidir. Dolayısı ile enerji arzı kentteki pek çok faaliyet için hayati önem taşımaktadır.

İklim değişikliğine bağlı olarak ortaya çıkan sıcak hava dalgaları kentlerde enerji talebinde ani artışlara neden olmaktadır. 2003 yılında Avrupa’da yaşanan sıcak hava dalgasında da görüldüğü üzere bu ani talep artışı enerjinin yetmemesine kesintiler yaşanmasına neden olabilmektedir. HABITAT (2011) elektrik dağıtım sistemlerinin de fırtına sel gibi afetlere karşı risk altında
olduğunu belirtmektedir.

İnsan Sağlığına Etkiler

İklim değişikliğinin insan sağlığını sıcak ya da soğuğun fizyolojik etkilerinden (Hunt, Watkiss 2011) ya da hava kirliliğinden (Kjellstrom, Weaver 2009) ötürü doğrudan etkilemesi beklenirken; gıda kaynaklı veya vektör kaynaklı patojenlerin iletim yollarındaki artış, sellerin refah üzerindeki etkileri (Hunt, Watkiss 2011) ve ruhsal stresden (Kjellstrom, Weaver 2009) ötürü dolaylı olarak etkilemesi beklenmektedir.

Biyolojik Çeşitliliğe Etkiler

İklim değişikliği biyolojik çeşitliliği maksimum, minimum ve ortalama sıcaklıkların, güneşlenme sürelerinin, yağış, nem gibi iklimsel parametrelerin değişmesinden ötürü etkileyecektir. Bazı türlerin yeni koşullara uyum sağlayamayıp yok olması söz konusu iken bazı türler uygun koşulların bulunduğu ortamlara göç edecektir. Bunun sonucunda ekosistemlerin dağılımında değişiklikler olacaktır. Bu yeni sürecin kent içindeki ve çevresindeki yeşil alanlara ve korunan alanlara etkisi olması beklenmektedir.

Hava kalitesine Etkiler

İklim değişikliği ve hava kalitesi arasındaki ilişki tıpkı kentler ve iklim değişikliği arasındaki ilişki gibi karmaşık ve farklı açılardan birbiri ile sarmallanmış bir yapıya sahiptir. Younger et al, (2008) iklim değişikliği ve hava kalitesi arasındaki interaktif bir ilişkiden söz etmektedir.

Temel sera gazı olan CO2 ile temel hava kirleticiler olan PM, NO2 ve SO2 büyük ölçüde aynı kaynaklardan ortaya çıkmaktadır. İklim
değişikliği ve hava kalitesine ilişkin kaynakların bu ortaklığın dışında özellikle troposferik O3 ve partiküller gibi hava kirleticilerin iklim sisteminde önemli bir rol oynadıklarına dair kanıtlar artmaktadır. Ayrıca iklim değişikliği ve hava kirliliği bazı hava kirleticilerin sera gazlarının yaşam ömürlerini etkilemesinden dolayı atmosferin kimyası aracılığıyla da birbiriyle ilişkilidir (Storch, Dovnes 2011). Özellikle NO2 ve O3 sıcaklık artışı ile etkileşi me girerek solunum sisteminde ters etkilerde bulunmaktadır.

Astım, solunum yetmezliği gibi rahatsızlıkları olan kişiler ile küçük çocuklar, yaşlılar risk grubunu oluşturmaktadır. D’Amato, Cecchi ( 2008), polen sezonunun uzunluğundaki ve şiddetindeki, aşırı yağış olaylarındaki ve hava kirliliği olaylarının sıklığındaki artışların önümüzdeki yıllarda çevresel risk faktörlerinin ciddi etkilerinin olacağını ortaya koyduğunu belirtmektedir.

Sosyal ve ekonomik yapıya etkiler

Kentlerde iklim değişikliğinin etkilerine bağlı olarak, ekosistem servislerindeki/hizmetlerindeki kayıplar, gıda kaynaklarındaki ve insan sağlığındaki etkiler( UN-HABITAT 2011), hammadde üretimindeki değişiklikler, yaşanan felaketlerin kente getirdiği ilave yükler kentin ekonomik ve sosyal yapısını etkileyecektir.

Yapılan araştırmalar iklim değişikliğinin ekonomiyi tarım ve turizm gibi doğrudan iklim koşullarına bağlı sektörleri etkileyerek kentlerin ekonomik gelişimini etkileyeceğini ortaya koymaktadır. Ayrıca artan sigorta, gıda, enerji ve yakıt maliyetleri kentlilere ekonomik zorluklar yaratacaktır.

İklim değişikliği gündemi ile adalet ve sosyal zarar görebilirlik yeniden tartışmaya açılan konular olmuştur. Bunun nedeni iklim değişikliğinin herkesi eşit derecede etkilemeyecek olmasıdır. Toplumda kırılgan gruplar olarak tanımlanan yoksullar ve yaşlıların iklim değişikliğinden daha fazla etkilenmesi beklenmektedir.

kaynak: Ülkü Duman Yüksel/ Gazi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü

Sürdürülebilir Kentler ve Peyzaj Mimarlığı-2

Ekolojik Planlama ve Kent Sürdürülebilirliğine Etkisi

Sürdürülebilirlik tasarımcı gözüyle kısaca, gerek kentsel gerekse mimari düzeyde global ekosistemlerin taşıma kapasitelerini aşmadan toplumların yaşam kalitesinin yükseltilmesi olarak tanımlanabilir.

Ekolojik bir yaklaşımla kentler, belli bir alanda yaşayan ve birbirleri ile sürekli etkileşim içinde olan canlılar ve bunların cansız çevrelerinin bir bütün oluşturduğu kültürel ekosistemlerdir. Bu nedenle kentler çevrelerinde bulunan göl, kıyı ve orman ekosistemleri gibi diğer ekosistemlerle uyum içinde bulunmalı ve en azından zarar vermemelidir. Ancak kültürel ekosistemlerin, yani insan eliyle oluşturulmuş ekosistemlerin diğer ekosistemlerden oldukça farklı yönleri bulunmaktadır. Doğal ekosistemlerde sabit olan taşıma kapasitesi, kültürel ekosistemlerde teknoloji sayesinde yükseltilebilmektedir. Bu değişken yapı ekosisteme ve çevresinde bulunan diğer ekosistemlere ek yükler getirerek çeşitli sorunlara sebep olmaktadır.

Ancak çevre tanımından sadece doğal yapı anlaşılmamalıdır. Çevre canlı ve cansız her şeyi kapsamakta, biyofiziksel ve sosyokültürel unsurları içermektedir. Bunlardan birincisi insanın biyolojik ve fiziksel yanını, ikincisi ise insanın ekonomik, politik ve entelektüel aktivitelerini kapsamaktadır. Bu iki unsur birbirleriyle ilişkili ve birbirinin ayrılmaz parçasıdır.

Sürdürülebilir kalkınma olgusu doğal ve kültürel çevreye gereken önemin verilmesini zorunlu kılmaktadır. Brundtland raporu (1987)’na göre çevre:

• İnsan yaşamının niteliğine doğrudan katkıda bulunmaktadır. İnsanların doğal ortamlarına, genel barış ve huzura, geçmişin mirasının geleceğe devredilmesi düşüncesine olan eğilimleri artmaktadır. Buna ek olarak çevrenin insanın yaşam niteliğine dolaylı
katkıları da vardır. Bozulmuş bir çevre, aynı zamanda sorunlu bir sağlık, daha fazla gerilim ve toplumsal rahatsızlık anlamına gelmektedir.

• Ekonomik büyümeye doğrudan katkıda bulunur. Geleneksel biçimiyle turizm ve rekreasyon sektöründe yarattığı iş olanakları ile istihdamın artmasına ve çevre bozulmalarının onarımı etkinlikleri ile de yeni iş olanaklarının yaratılmasına, dolayısıyla kişi başına gelirin yükselmesine yardımcı olmaktadır.

• Ekonomik büyümenin daha sağlam temellere dayalı olarak ölçülmesinde doğrudan katkıya sahiptir. Bunun için, piyasası olmayan mal ve hizmetlere, piyasası olan mal ve hizmetler gibi değer biçilmesi gerekmektedir. Geleneksel yöntemlerde sadece piyasası bulunan mal ve hizmetler büyüme hesaplarına girmektedir. Çevresel değerler bu hesaplarda genelde yer almamakla birlikte, çevresel bozulmaları onarmak için yapılan harcamaların ulusal hasılada bulunması ilginç bir çelişki olarak önem taşımaktadır.

Brundtland raporu ve sonraki toplantılardan elde edilen sonuçlarda, çevrenin korunması gereken bir kaynaklar topluluğu olarak betimlenmesinin yanı sıra, psiko-sosyal etkileri olan, toplumsal sağlığı direkt etkileyen hatta ekonomik bir kriter oluşturan karakteri önemle vurgulanmıştır. Sürdürülebilir kalkınmada ele alınan ekolojik söylemler, çevre duyarlı planlama kavramıyla örtüşmektedir. Bu nedenle “ekolojik planlamayı” sürdürülebilir kalkınmanın ekolojik söylemi olarak değerlendirebiliriz. Yerleşim alanları ve çevrelerindeki çevresel sorun ve bozulmalar, sosyo-ekonomik sıkıntılar yaratırken, sürdürülebilirlik çerçevesinden de çözüm getirilmesi gereken sorunlar olarak ortaya çıkmıştır. Bugünün kentin çevresel problemleri başlıca 5 grupta toplanabilir:

1. Evsel, endüstriyel ve tehlikeli katı-sıvı atıkların ve NO2 ve CO2 gibi gaz emisyonlarının sebep olduğu, kendini en çok hava ve su kirliliği, asit yağmurları ve kentlerin çevresinde biriken çöp depolama alanlarıyla gösteren çevresel kirlilik.

2. Gürültü ve görsel bozulmayla kendini hissettiren , doğal ve kültürel , değerli peyzaj alanları üzerindeki baskı neticesinde bozulması.

3. Su ve enerji temini, kanalizasyon ve arıtma yetersizlikleriyle kendini gösteren kentsel teknik altyapı yetersizlikleri.

4. Gecekondulaşma, kontrolsüz büyüme, saçaklanma veya aşırı yoğunlaşma neticesinde kentsel alanda toprak erozyonu; yeşil alanların, tarım-topraklarının, otlaklar-meraların ve ormanların işgali; sulak alanların, yer altı ve yerüstü sularının ve kıyı kaynakların rekreasyonel baskılar ve aşırı kullanıma maruz kalması gibi durumlarla örneklendirilebilecek doğal kaynakların tahribatı.

5. Sürekli artan kentsel ihtiyaçlar ve yükselen standartlar nedeniyle (artan su, enerji ve rekreasyon ihtiyacı gibi) kentlerin çevresel kaynaklar itibarıyla kendi kendine yeterliliklerin giderek azalmasıdır.

Yaşanan çevre sorunları ve doğal kaynakların yok olması, kentlerde yaşayan toplumların yaşam kalitelerini düşürerek, sadece ekolojik değil psiko-sosyal sorunlara da yol açmıştır. Stres, düşük verimlilik, motivasyon eksikliği, güvenlik kaygıları bugün kent insanında sıkça rastlanan sorunlar haline gelmiştir. Oysa çevre sorunlarına duyarlı olarak yapılan ekolojik planlamalarla oluşturulan sürdürülebilir kentlerde, gerek doğal kaynaklarda gerekse kent insanın üzerindeki baskılar azalacak, daha yaşanabilir şehirler ortaya çıkacak, kent yaşamı daha cazip hale gelecektir.

Bu bağlamda kentlerin sürdürülebilirliğinin sağlanmasında bir takım ilkeler çerçevesinde hareket edilmelidir. Tunçer (1994)’in
yaklaşımıyla, sürdürülebilir bir şehir merkezini belirleyen başlıca ilkeler şöyle özetlenebilir:

1. Mikroklimatik Verilerin En Etkin Şekilde Kullanılması: Güneşlenme, rüzgar yönleri, ısı, radyasyon vb. nin planlama, şehirsel tasarım, mimaride etkin bir şekilde, enerji tasarrufu sağlayacak şekilde kullanımı.

1.1. Enerji ve Maddesel Sakınım: Merkezi iş alanına ulaşmada, iç dolaşımında, merkezi iş alanlarının aydınlatma/ ısıtma/havalandırma vb. mikroklimatik ortamının (çevre/yapı ölçeklerinde) tasarlanmasında enerjinin minimum kullanımını sağlayacak düzenlemelerin yapılması.

1.2. Enerji ve Atıkların Geri Kazanılması: Merkezi iş alanları içinde kullanılan elektrik, güneş, doğal gaz vb. enerjinin geri dönüşümüne ilişkin teknolojiler, atıkların (katı/sıvı çöp, katı sıvı biyolojik atıklar vb.) yerinde ayrıştırılması, geri kazanım teknolojilerinin kullanımı.

1.3. Enerji ve Maddesel Kaynakların Geliştirilmesi: Güneş enerjisinin yapılarda ısıtmada, aydınlatmada kullanımı; bio-mass enerji, elektrik , alkolle çalışan çevre dostu araçların merkezi iş alanlarında kullanımı; atıkların ısınma/yakıt olarak kullanımı; geri kazandırılabilir atıkların (kağıt, cam, metaller, kimyasallar vb.) ayrıştırma tesisi kurularak geri kazandırılması, alanda mevcut yapı stokunun olabildiğince ekonomik ömrü dolana kadar kullanımı, daha sonra malzemesinden azami yararlanılması vb.

2. Topografik Verilerin En Etkin Şekilde Kullanılması: Araziden kaynaklanan altyapı, üstyapı sorunlarının minimize edilmesi. Jeolojik yapı ve toprak kabiliyetinin değerlendirilmesi. Yapı inşaat alanında yer alan verimli toprakların yeşil alanların içlerine taşınarak değerlendirilmesi.

3. Doğal Kaynakların En Etkin Şekilde Kullanılması : Günümüzde mevcut bitki örtüsü, akarsu, flora , fauna vb. doğal kaynakların değerlendirilerek geliştirilmesi. Kişi başına düşen merkezi iş alanları içi yeşil standartlarının olabildiğince  arttırılması, meydanlar/alanlar/yapı içlerindeki yeşil oranının yüksek tutulması.

3.1. Bitki Örtüsünün Değerlendirilmesi: Varolan bitki örtüsünün planlamada geliştirilerek kullanımı, yöreye özgü bitki türlerinin araştırılması, parklar, açık, kapalı mekanlarda kullanımıdır.

Ekolojik planlama sistemi, sürdürülebilir bir şehir merkezini belirleyen tüm bu ilkelerin gerçekleştirilmesinde, çevre sorunlarının önlenmesinde ve kaynakların korunmasında kullanılması gereken öncelikli planlama eylemidir.

Planlama eylemi, bireysel ve toplumsal veya özel ve tüzel olmak üzere nitelik ve nicelik bakımından birbirinden farklı düzeylerde görülmektedir.

Ekolojik planlama fiziksel planlamanın temel bölümlerinden biri olan genel anlamda ekolojik hedeflere yönelik fiziksel (mekan) düzenlemeye ilişkin planlamadır. Bu planlamanın başlıca amacı; tüm ve özel fiziksel planlamayı toplum için doğal ve yapay çevrenin optimum ve sürekli verimliliğini arttırmaya yöneltmektedir. Yerinde bir deyimle özel plan hedeflerini (fiziksel yapıya ilişkin tüm istekleri), tamamlayıcı planlama olarak ekolojik planlamayla ekolojik-strüktürel süzgeçten geçirmektir.

Ekolojik planlama sistemi, çevre sorunları daha ortaya çıkmadan engelleyerek, yaşanacak mekanların bu doğrultuda düzenlenmesini öngörür. Bu planlama yaklaşımında öncelikli olarak doğal-yerel kaynaklar tespit edilerek, kullanımlar ve yerleşkeler bu kaynakların özellikleri göz önünde tutularak düzenlenir. Hedef, kaynağın yapılan planlamayla baskı altında tutulması değil, kaynağa göre planlama yapılarak, kullanımların doğurduğu zararlanmalardan korumaktır.

Ekolojik planlama entegre bir planlama sistemidir. Bu sistemde; tek bir kullanımın lokal bir alanda yaptığı etkiler değil, daha büyük ölçeklerde kullanım gruplarının hedef alandaki etkileri incelenerek, alan kullanım kararları alınır. Ekolojik planlama sisteminde doğal, yapay, sosyal tüm kaynaklar gözetilir. Yenilenebilir kaynakların rejenerasyon potansiyeline göre, yenilenemeyen kaynaklar için ise ikame prensibine göre kullanımlar getirilir.

İlk prensip, potansiyel kaynakların envanterlerinin doğru tespit edilmesidir. Böylelikle sahip olunan doğal servetler tümüyle ortaya çıkarılarak, uygun kullanım tespiti yapılabilir. İkinci etap ise kullanıcıların veya getirilmek istenen kullanımın yapısının irdelenmesidir. Sosyal, ekonomik, psikolojik ve ekolojik tüm beklentiler analiz edilerek, uygun alan kullanım kararları alınır. Bu şekilde hazırlanan ekolojik planlamaların sonucunda, hedef alanlara uygun kullanımlar getirilirken, doğal çevre korunarak uygun görülen kullanımlardan maksimum verim elde edilir. Bu sadece ekonomi ve ekoloji arasında kurulan bir ilişki değildir. Bu dengeler sağlanırken kullanıcıların psikolojik yapıları da pozitif yönde etkilenir. Çünkü tüm aktiviteler uygun yerlerde gerçekleştirilmekte, doğal yapı korunmakta ve arzu edilen sosyo-ekonomik düzeye doğru ilerlenmektedir.

Peyzaj Mimarlarının Sürdürülebilir Kentlerin Oluşturulmasındaki Rolü

Sürdürülebilirlik kavramı, çevreye duyarlı tüm yaklaşımlarda olduğu gibi ekolojik planlama yaklaşımına da temel oluşturur. 1970’lerde çevre kirliliğinin önlenmesi kavramı ile başlayan tartışmalar, sürdürülebilir kalkınma tartışmaları ile devam etmiş ve özellikle son yıllarda ekolojik yaklaşımlar ve ekolojik açıdan duyarlı planlama kavramları yaygın bir kullanım alanı bulmuştur.

Kontrolsüz nüfus artışı, yaşanan göçler, sanayileşme ve paralelinde gelişen çevre kirliliği, doğal kaynakların savurganca tüketimi, tüm topluluklarda sıkıntılar yaratarak, gelecekle ilgili kaygılar yaratmıştır. Özellikle kentlerde bu baskılar daha şiddetli gerçekleştiğinden, yoğun olarak hissedilir olmuştur.

Günümüzdeki ve gelecek kuşakların yaşantısını etkileyecek bu durum karşısında, özellikle son yıllarda, konuyla ilgili pek çok bilimdalından uzmanlar, politikacılar ve yerel yöneticiler soruna çözümler bulabilmek için çalışmaktadır. Bu bilim dalları arasında şehirlerin şekillenmesinde önemli roller oynayan, “Şehir Planlama”, “Mimarlık”, “Peyzaj Mimarlığı”, “Altyapı Mühendisliği”, “Çevre Mühendisliği” vb. bilim dalları da, uluslar arası bir anlayış olan “Sürekli ve Sürdürülebilir Gelişme” temeli üzerinde çalışmalar yapmaya başlamışlardır.

Peyzaj Mimarlığı doğa, planlama ve tasarım kavramlarını sistematik bir yapı içinde inceleyen; sanat, bilim, mühendislik ve eknolojiyi bir araya getirerek, alan kullanım kararlarına yönelik olarak, doğal ve kültürel kaynakların doğru biçimde değerlendirilerek, ekolojik-ekonomik- işlevsel, dolayısıyla sürdürülebilir olarak planlanması ve yönetimi ve alan tasarımı ile uğraşan bir meslek disiplinidir.

Bu çerçeveden baktığımızda sürdürülebilir kentlerin kaçınılmazları olan, çevre koruması, ekosistem ve kaynakların analizleri ve yönetimi, kırsal ve kentsel mekanların planlanması, çevresel etki değerlendirme çalışmalarının koordinasyonu; rekreasyonel alanların, kültürel alanların, kentsel açık mekanların, yaya bölgelerinin, karayolları,endüstriyel ve tarım alanlarının planlama ve tasarımları ile alan kullanım kararlarına yönelik tüm çalışmaların, peyzaj mimarlarının görevleri arasında olduğu görülmektedir.

Doğal kaynakları iyi yorumlayan peyzaj mimarlarına özellikle ekonomi-ekoloji dengesinin oluşturulmasında yüklü görevler düşmektedir. Ancak karşılaşılan en önemli sorun, sürdürülebilir kentlerin oluşturulmasında yüklenilen bu görevlerin sınırlarının tam olarak çizilmemiş olması ve yasal yükümlülüklerle desteklenmiyor olmasıdır. Bu nedenle meslek grupları arasında yetki paylaşımları tam olarak yapılamamakta, dolaysıyla ulaşılmak istenen hedeflerde görev karmaşasından doğan açık noktalar kalmaktadır.

Sonuç ve Öneriler

Toplumların ekonomik beklentileri, ekolojik devamlılık ve eşitlikçi yaklaşım talepleri göz önüne alındığında yaşama alanlarından da aynı beklentiler içinde bulundukları görülmektedir. Amaç yaşam kalitesini yükseltmek ve sonraki nesillerde de devamlılığı sağlamaktır. Bu talepler ancak ekolojik yapılar gözetilerek yapılan ekonomik planlamalarla karşılanabilir.

Kirletilmemiş sağlıklı bir çevreye sahip, istihdam, güvenlik ve sağlık hizmetlerinde sorunları bulunmayan, kültürel dokusu korunmuş, kaliteli fiziksel ve mimari yapılı, dolaşım sistemleri sağlıklı işleyen ve rekreatif aktivitelere olanak sağlayan yerleşkeler, sürdürülebilir sistemlerdir. Bu prensiplerle oluşturulan sistemler planlama safhasından itibaren kullanım aşaması ve de sonrasında bu özelliklerini devam ettirirler.

Bu gün sürdürülebilir kentlere doğru yapılanma kaçınılmazdır.

Bu nedenle;
• Doğal ve kültürel kaynakların envanterleri çıkarılmalı ve belirli sürelerde tekrarlanarak değişimler takip edilmelidir.

• Yerel kalkınma modelleri desteklenerek, büyük kentler göçler engellenmeli, var olan sorunlar daha fazla arttırılmamalıdır.

• Ekoloji-ekonomi dengesi çok iyi kurulmalı, kısa vadeli çıkarlar için uzun vadede etkili zararlar meydana getirilmemelidir.

• Ulaşım, üretim gibi atık miktarının yüksek olduğu aktivitelerde, çevre dostu enerjilerin kullanımı desteklenmelidir.

• Üretim sonrası atıkların minimizasyonu ve geri dönüştürülmesine yönelik teknolojiler geliştirilerek endüstriyel organizasyonlarda kullanımı teşvik edilmelidir.

• Kent dokusu içinde yer alan açık yeşil alanlar artırılmalı, yeşil dokunun oksijen üretimi, toz ve egzoz gazlarının bertarafı, gürültüyü mas etme özelliği gibi etkilerinden yararlanılmalıdır.

• Biyo-çeşitlilik korunarak, doğal ekosistemlerin devamlılığı sağlanmalıdır.

•  Yerel Gündem 21 gibi organizasyonlar desteklenerek, yaygınlaştırılmalı; halkın katılımı sağlanarak, sorumluluklar paylaşılmalıdır.

•  Planlamalar kullanımlar başladıktan sonra değil, daha öncesinde yapılmalı, kontrollü gelişim sağlanmalıdır.

• Tarımsal alanlara gereken önem verilmeli, sanayileşme ve kimyasal ilaçlamaların etkisiyle ortaya çıkan zararlar ve verim düşüklüğü engellenmelidir.

• Sürdürülebilir kentlerin oluşturulmasında görev alan tüm meslek gruplarının görevleri ve sınırları çizilmeli, bu sorumluluklar yasalarla desteklenmelidir.

Bu beklentilere ulaşılmasının en çabuk ve en doğru yolu, toplumun tüm kesimlerinin yardım ve desteğinin alınmasıdır. Tüm meslek grupları gibi peyzaj mimarları da yüklenecekleri sorumluluklarla, hedeflenen beklentilere ulaşılmasında ivmeyi arttırıcı rol oynayacaklardır. Bu ivmeyle, kısa zamanda daha yaşanabilir mekanlar oluşturulurken, sürdürülebilir kalkınma hedeflerine yaklaşılacak, bu sayede sosyal refah düzeyi yükselecektir.

Sonuç olarak, ekonomik-ekolojik hedeflere ulaşılmış, toplumsal refah düzeyi yüksek, gelecek nesillerin de menfaatlerini gözeten mekansal organizasyonlar olan sürdürülebilir kentlerin en kısa zamanda hayata adaptasyonu, sürdürülebilir kalkınmanın temininde öncelikli hedeflerden olmalıdır.

 

kaynak: Aslı ATIL, Bahriye GÜLGÜN, İsmail YÖRÜK/Ege Üniv. Ziraat Fak. Derg., 2005

 

Sürdürülebilir Kentler ve Peyzaj Mimarlığı

Sürdürülebilir kalkınmanın geçekleştirilmesinde kentlerin oynadığı önemli rolün ortaya çıkması, “Sürdürülebilir Kent” kavramını hayatımıza sokmuştur. Sürdürülebilir kentler, değişim ve gelişimin devamlılığını sağlamak amacıyla sosyoekonomik çıkarların çevre ve enerji ile ilgili kaygılarla uyumlu hale getirildiği kentlerdir. Kentlerin ekonomik gelişmede bir merkez oluşturmalarının ötesinde, doğal
kaynakların başlıca tüketicileri; kirlilik ve atıkların esas üreticileri oldukları göz önüne alındığında, sürdürülebilirlik konusunda bulunduğu kritik durum ortaya çıkmaktadır. Sürdürülebilirlik kavramı, doğal ve kültürel kaynaklardan en verimli şekilde yararlanmayı öngörmekte, bu nedenle ekolojik planlama kavramını, kent planlanmasının kaçınılmaz bir unsuru haline getirmektedir.

Bu çerçevede, peyzaj mimarlığı mesleğinin sürdürülebilir kentlerin oluşturulmasında etkin olduğu noktalar belirlenmeli; ekoloji-ekonomi dengesini koruyan, insana layık, yaşam kalitesini yükseltmeyi hedefleyen kentsel mekanların oluşturulmasında peyzaj mimarları da üzerlerine düşen görevlerde aktif rol almalıdırlar.

Tarih boyunca gelişimi ve ilerlemeyi hedef edinmiş insan, artan gereksinimler ve teknolojik gelişmeler sonucunda daha konforlu
ve daha güvenli bir yaşam sürmek için hem kendisini hem de çevresini sürekli geliştirmiş ve değiştirmiştir. Her geçen gün, ilerleyen
teknolojiyle beraber yeni keşif ve ürünler günlük hayatımıza girmiş, başta lüks tüketim olarak görülen ürünler bile günlük yaşamımızın kaçınılmazları haline gelmiştir. Her yeni ürünle, yeni iş alanları açılmış, ekonomik yapı da bu gelişmelerden olumlu yönde etkilenmiştir.

Ancak teknolojik gelişme olumlu etkilerin yanı sıra çevre kirliliği ve hammadde kaynaklarının tüketilmesi gibi sorunları da beraberinde getirmiştir. Kaynaklar savurganca, hiç tükenmeyecekmiş gibi kullanılmış, doğa rejenerasyon özelliğine rağmen baskıların yoğunluğu sonucunda kendini yenileyemez olmuştur. Meydana gelen kaynak eksikliği başta bu sorunun yaşanmadığı diğer alanlardan temin edilerek çözülmeye çalışılmış, ancak diğer alanlarda da aynı sorunların baş göstermesiyle sorunun globalliği ortaya çıkmıştır.

Kaynakların yanlış kullanılarak tüketilmesi ve çevre kirliği sorunlarının evrenselliğinin anlaşılmasıyla beraber, tamirinin ve yerine konulmasının bir sürece bağlı olduğu fark edilmiş, bu günün sorunlarının gelecek nesillerde de etkin olacağı anlaşılmıştır. Böylelikle vakit kaybetmeden çözüm aranması gerektiği ve bu çözümlerin derhal hayata geçirilmesi gerekliliği ortaya çıkmıştır.

Tüm bu sıkıntılar, değişik ülkeleri bir çatı altında toplayarak çalışma yapmaya ve çözüm önerileri üretmeye itmiştir. Bu amaçla Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Komisyonu kurularak çalışmalara başlamıştır. Amaç, ekonomik girdilerin arttırılması ve bunu gerçekleştirirken kaynakların korunarak, çevreye yapılan baskıların minimuma indirgenmesi olmuştur. Sürdürülebilirlik kavramı tüm bu çalışmaların sonucunda ortaya çıkan yeni bir düşünce sistematiği biçimi kazanmıştır.

Sürdürülebilirlik kısaca, verimliliğin optimal koşullarda uzun yıllar boyunca devamlılığının sağlanması olarak tanımlanabilir. Kavram ilk olarak kalkınma kavramı ile beraber kullanılarak hayatımıza girmiş, sürdürülmesi gerekenlerin neler olması gerektiğine dair genel bir çerçeve çizmiştir. Ancak bütünün sürdürülebilirliği için, oluşturan öğelerin de sürdürülebilir olması gerektiği düşünülerek, kavramın çerçevesi ve ölçeği küçültülerek, yerel yapılarda, hatta obje bazında sürdürülebilirlik aranır hale gelmiştir.

Bu gün yeryüzündeki nüfusun yaklaşık % 50’sinin kentlerde yaşadığı gerçeği ve arta kalan alanlarda da kentlerin neden olduğu etkiler göz önüne alındığında, kavramın en etkili olduğu kısmın, insançevre-ekonomi ilişkilerinin en yoğun olduğu bileşkeyi imgeleyen kentler olduğu önemle ortaya çıkmıştır.

Kentlerin sürdürülebilirliğinin sağlanmasıyla, sadece yaşanan çevre sorunlarına çözüm getirmekle kalınmayıp, mevcut nüfusun yaşam kalitesinin artması ve gelecek nesillerin de yaşamlarını rahatlıkla sürdürebileceği yaşanabilir mekanların ortaya çıkması gerçekleşecektir. Amaç, bugün ve gelecekte yaşanabilir kentler oluşturmak ve insan-doğa-ekonomi üçgenini en sağlıklı şekilde kurmak olduğunda, doğal kaynakları en iyi tanıyan ve sağlıklı kullanımlar oluşturulmasını öngören meslek gruplarının sürdürülebilirlik kavramının kentlere adaptasyonunun da aktif rol alması gerektiği açıktır. Alan kullanım kararlarının doğru alınmasında, özellikle de peyzaj ve ekolojik planlamalarda peyzaj mimarlığı meslek grubunun söz sahibi olması, sürdürülebilir kentler yaratılmasında önemli ve işlevsel bir gereksinimdir.

Sürdürülebilirlik Kavramı ve Sürdürülebilir Kentler

20. Yüzyılın en önemli kavramlarından biri olan sürdürülebilirlik kavramı ilk olarak Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonunca Brundtland raporunda kalkınma ile bütünleştirilerek “Bugünün gereksinmelerini, gelecek kuşakların gereksinmelerinin karşılanma yeteneğinden ödün vermeden karşılayan kalkınma” olarak tanımlanmış, en yalın ifadeyle, çevre, kalkınma ve ekonomi üçgenindeki ilişkilerin belirleyicisi olmuştur.

Sürdürülebilirlik, devamlılık arz eden toplumsal, ekonomik veya ekolojik herhangi bir sistemin fonksiyonlarının kullanılan kaynakları bozmadan ve tüketmeden aralıksız olarak devam etmesini öngören, yüksek verimliliği hedefleyen anahtar bir kavramdır. Kaynakların sınırsızmış gibi kullanımı ve plansız tüketilmesi, hem çevreyi atıklarla doldurarak yaşanmaz kılmış, hem de üretim için hammadde temini zorunluluğundan dolayı sıkıntı yaratarak sürdürülebilirlik kavramını gündeme getirmiştir. Bu sorunların sağıtımı özelliğinden dolayı sürdürülebilirlik, kısaca, kalkınma ile çevre ve doğal kaynaklar arasındaki entegrasyon olarak tanımlanabilir.

Sürdürülebilir kalkınmada temel amaç, yaşam kalitesini yükseltirken çevre ile entegre olmuş politikaları kullanarak hedeflenen sosyo-ekonomik düzeye erişmektir. Sürdürülebilirlik perspektifiyle, planlama, ekonomi ve ekoloji çevrelerinde yeni bir akım ortaya çıkmış ve kavram büyük ölçeklerden obje düzeyine kadar gelişimi ve değişimi hedefleyen bir ölçüt haline gelmiştir.

Kentlerin sürdürülebilirliği, toplumların sürdürülebilirliği olarak tanımlanabilir. İnsan toplulukları , yaşadıkları mekandan birebir
etkilenmekte,aynı zamanda etkilemektedir. Kentlerin sürdürülebilirliğinin sağlanması, kentlerde yaşayan ve gelecekte yaşayacak olanların yaşam kalitelerinin yükselerek, devamlılığın sağlanmasıdır. Sürdürülebilir kentsel gelişim, sürdürülebilir toplumsal kalkınmayla paralel olarak düşünülmelidir.

VanGeenhuisen ve Nijkamp’ün yaklaşımıyla sürdürülebilir kentler; “süreklilik içinde değişimi sağlamak amacıyla sosyo-ekonomik çıkarların çevre ve enerji ile ilgili kaygılarla uyumlu hale getirildiği kentler” dir.

Sürdürülebilir kentsel gelişim ve sürdürülebilir toplumsal kalkınmanın paralelliği yapılan tanımlarda da açıkça görülebilmektedir.
“Sürdürülebilir toplumsal kalkınma; ekonomi, ekoloji ve eşitlik kavramlarından oluşan bu üç “E” arasındaki bağıntılara saygı duyarak, kalkınma tercihleri yapma yeteneğidir.

Ekonomi: Ekonomik aktiviteler, ortak çıkarlara hizmet etmeli, kendi kendini yenileyebilmeli ve yerel servetler oluşturarak, güven
ortamı yaratmalıdır.

Ekoloji: İnsanlar doğanın bir parçasıdır, doğada da sınırlar vardır ve topluluklar doğal serveti korumaktan ve oluşturmaktan
sorumludurlar.

Eşitlik: Tüm aktivite, faydalanma ve toplumsal karar verme sürecine katılımda fırsat eşitliğidir”

Sürdürülebilir kentler ve kasabalar olarak tanımlanan sürdürülebilir topluluklar, uzun vadede sağlıklı adımlar atılmasını öngörür. Sürdürülebilir topluluklar konumsal olarak güçlü eğilimlere sahiptir. Ticaret hayatı, çevreciler, sivil örgütler, resmi kurumlar ve dini organizasyonları içeren, toplumun tüm anahtar sektörleri tarafından aktif biçimde desteklenen vizyona sahiptirler. Özgün değerler üzerine inşa edilmiş, yenilikçi bir tavırları vardır. Bu topluluklar, sağlıklı ekosistemlere önem verirler, kaynakları verimli kullanırlar ve yerel bazlı ekonomilerin desteklenmesini ve sahip çıkılmasını aktif olarak desteklerler. Somut sonuçlarla ödüllendirilen, gönüllü yayılıma sahip tutumlar arz ederler. Ticari yapılar ve yönetimlerle yapılan ortaklıklar ve kar gözetmeyen organizasyonlar yaygındır. Bu topluluklarda kamusal müzakereler, çekici, geniş kapsamlı ve yapıcıdır. Geleneksel toplulukların kalkınma yaklaşımlarından farklı olarak, sürdürülebilirlik stratejileri; tüm topluluğu (sadece belirli çevreler yerine), ekosistemin korunmasını; anlamlı ve geniş tabanlı halk katılımını ve ekonomik özgüveni hedeflemektedir.

kaynak: Aslı ATIL, Bahriye GÜLGÜN, İsmail YÖRÜK/Ege Üniv. Ziraat Fak. Derg., 2005