Posts

Doğal Peyzaj ve İnsan Sağlığı

DOĞAL PEYZAJIN İNSANLARIN PSİKOLOJİK VE FİZİKSEL SAĞLIĞI ÜZERİNE ETKİLERİ

1. GİRİŞ

Kent insanı için doğa ile iç içe yaşamanın potansiyel faydaları çevre psikolojisi üzerinde çalışanlar tarafından araştırılmış ve birçok çevre literatüründe temel olarak doğa ile birlikteliğin insan psikolojisi üzerinde olumlu etkileri olduğu görüşü yaygın olarak kabul görmüştür. İnsanların doğa ile direkt olarak iç içe olmaları (aktif kontak) yanında parktaki çiçekleri seyretme veya bir pencereden ağaçlara bakma gibi doğayı sadece görme yoluyla da (pasif kontak) ondan çeşitli faydalar elde ettikleri, hatta bu tür alanların yakında mevcut olduğunun ve istenildiğinde kullanılabileceğinin bilinmesinin bile insanlara çeşitli psikolojik faydalar sağladığı belirtilmektedir (Ulrich ve Parson, 1992).

Uzell (1991)’e göre çevre psikolojisi alanında insan ve doğa arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmalar iki temel alanda gelişmiştir. Bunlardan birinci gruptaki çalışmalar peyzaj alanında çalışan planlayıcı ve tasarımcılara yardımcı olmaya yönelik olarak insanların belirli bir peyzaj alanı konusundaki algı, anlayış ve tercihlerini ortaya koymaya çalışan kantitatif araştırmalardan oluşmaktadır. Diğer bir grup çalışma ise doğa ve peyzajın insanlar için ne ifade ettiğini anlamaya ve ortaya koymaya çalışmaktadır (Bkz. Harrison vd., 1987; Harrison ve Burgess, 1988; Burgess vd., 1988b).

2. DOĞAL ALANLARIN İNSANLAR İÇİN DEĞERİ

İnsanların gelir düzeyleri normal yaşam seviyesinin üzerine çıktığında evleri ve bahçeleri için çiçek ve bitkiler satın almaya başlaması ve doğa eksenli aktivite ve hobilerle uğraşmaları ve kendilerine bahçeli evler satın almaları insanların doğa ile iç içe olmaktan çeşitli faydalar elde ettiklerine dair herkes tarafından bilinen göstergelerdir (Beer, 1990). Bununla beraber bu konuda bilimsel kanıtlar ortaya koymaya çalışan araştırmalar da mevcuttur. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan araştırmalarda, turistler için çekici bulunan yerlerin çoğunun doğal alanlardan oluşması (Kaplan, 1992), yeşil alanlara ve parklara yakın evlerin daha değerli olması, bu tür mekanların daha az el değiştirmesi ve yeşil alanlardan yoksun yerlerdeki insanların yaşadıkları çevreden hoşlanmamaları (Gold, 1977), kent doğal alanlarının insanlar için ne kadar önemli olduğuna kanıt olarak gösterilmiştir. Bu konunun belki de daha az göze çarpan bir yönü; doğa ile iç içe bulunmaktan kaynaklanan faydaların aktif katılıma bağlı olmadığıdır. Her ne kadar parkların ve yeşil alanların insanlar için önemi daha çok rekreasyonel ve sosyal aktivitelerle ilişkilendirilse de, insanların doğa ile görsel temele dayanan pasif ilişkilerden de önemli ölçüde psikolojik faydalar elde edebileceği belirtilmektedir (Ulrich ve Addoms, 1981).

Doğal alanların insan refahı ve mutluluğundaki önemli rolü iki tür pasif katılım içermektedir. Bunlardan birisi doğal alanları fark etme ve seyretme imkanı, diğeri de direk olarak görülmese ve kullanılmasa bile bu tür alanların var olduğunun ve istenildiğinde görülebileceğinin bilinmesidir (Kaplan, 1980; Ulrich ve Addoms, 1981; Kaplan, 1992).

Stoneham vd. (1994) doğal alanların insanların yaşadıkları çevreyi sevmelerine katkıda bulunmaları, onlar için nöstaljik değere sahip olmaları ve kent yaban hayatı için önemli bir kaynak oluşturmaları dolayısıyla ‘mevcudiyet değeri’ne sahip olduğunu vurgulamakta dolayısıyla doğal alanlardan pasif olarak yararlanmanın insanların kişisel refahlarına önemli ölçüde katkıda bulunacağını dolaylı olarak da fiziksel sağlıklarını olumlu yönde etkileyeceğini belirtmektedirler. Bu yüzden doğal alanların insanlar için gerçek değeri, tespiti kolay olmayan ve kolaylıkla göz ardı edilebilen bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin İngiltere’de yapılan bir araştırmada bir kent ormanının rekreasyonel anlamda kullanımının çok sınırlı olmasına rağmen etrafta yaşayan insanlar tarafından sürekliliğin bir sembolü olarak görüldüğü ve oldukça önemsendiği ortaya çıkmıştır (Tartaglia-Kershaw, 1982).

2.1. İnsanların Doğal Alanlara Karşı Davranışları

Son yıllarda kentlerde insanların doğal alanlara karşı davranışlarını araştıran birçok çalışma yapılmıştır. Lowe ve Goyder (1983)’in İngiltere’de gerçekleştirdikleri bir araştırmada, halkın kent yaban hayatı projelerine veya çevre koruma gruplarına katılmaktan çeşitli faydalar elde ettiklerini tespit edilmiştir. Mostyn (1979) doğa ile iç içe olmanın insanlar üzerindeki olumlu etkilerinin sebeplerini araştırmış ve insanların doğadan duygusal (ev ve iş ortamından uzaklaşma, yalnız kalma hissi, sessizlik ve sakinlik hissi), entelektüel (doğayı inceleme, çevredeki doğal alanların tarihini araştırma, yeni ve değişik yetenekler kazanma), sosyal (doğal alanlarda insanlar ile daha kolay tanışma ve ilişki kurma, bölgedeki diğer insanlarla toplum ruhu ve yerel doğal alanlar konusunda sorumluluk hissi geliştirme) ve fiziksel (temiz havada bulunma, kendini daha canlı hissetme, bitkileri koklama ve hissetme, kuş seslerini dinleme vb.) olarak faydalandıkları tespit edilmiştir. Hayward ve Weitzer (1984)’in Kanada’nın üç değişik kentinde gerçekleştirdikleri benzer bir araştırma parkların yanında yaşayan insanların bu alanları fiziksel aktiviteler, doğa ile iç içe olma, sosyal aktiviteler ve stresli kent ortamından uzaklaşma amacıyla kullandıklarını ortaya çıkarmıştır. Doğa ile iç içe olmanın etnik gruplar için ayrı bir önemi olduğu da başka bir araştırmada vurgulanmıştır (Wong, 1997).

Harrison vd. (1987)’nin doğal alanların kent insanının yaşamındaki rolünü değerlendirmeye yönelik gerçekleştirdikleri sosyal bir araştırma, insanların yaşayan doğa ile düzenli birliktelikten kaynaklanan ilham ve mutlulukla ilgili bir dizi sebepten dolayı doğayı önemsediklerini ortaya çıkarmıştır. Araştırma ayrıca insanların kentlerde yaban hayatının mevcudiyetini görmekten çok hoşlandıklarını ve kent doğal alanlarını kendilerini daha iyi bir dünyaya bağlayan bir kapı olarak algıladıklarını tespit etmiştir. İnsanların kentlerde yaban hayvanları ile karşılaşmaktan hoşlandıkları ve kent parklarında gerçekleşen bu tür karşılaşmaların kişileri bu tür alanları daha sık kullanmaya teşvik ettiği Dick ve Hendee (1986) tarafından da vurgulanmıştır. Çeşitli bitkilerin ve hayvanların kendileri için çok uygun olmayan kent şartlarında yaşayabiliyor olmaları ve kentin merkezinde beklenilmedik bir şekilde insanların karşısına çıkmaları insanları çok şaşırtmakta ve aynı zamanda heyecanlandırmakta, dolayısıyla kent insanı farkında olmadan bu tür karşılaşmalardan psikolojik faydalar sağlamaktadır (Stoneham vd., 1994).

Diğer araştırmalar günlük yaşamda doğa ile birlikteliğin toplumun bütün kesimleri tarafından önemsendiğini, kendilerine çocukluk hatıralarını anımsattığını, insanların kendi evlerindeki bahçeleri de doğaya açılan bir kapı olarak gördükleri ve onlara çok değer verdiklerini ortaya koymuştur (Burgess vd., 1988a; 1998b). Çalışmalarda kent yeşil alanlarının sosyal kaynaşmayı teşvik edici boyutu ayrıca vurgulanmıştır. Benzer bir çalışma doğal alanların kent insanının dış mekan kullanımları üzerindeki etkilerini araştırmış ve bu tür alanların çocuklar için daha fazla oyun imkanı sağlama, daha yüksek düzeyde sosyal kaynaşma ortamı oluşturma ve komşular arasında daha güvenli ortam yaratma gibi önemli işlevleri olduğunu göstermiştir (Coley vd., 1997). Ev bahçelerinin kent insanı açısından değerini araştıran başka bir çalışma da insanların bahçelerini, kendilerine doğa ile birlikte olma imkanı vermesi, değişen mevsimleri hissetmelerini sağlaması ve kent ortamında kendilerine bir rahatlama imkanı vermesi gibi gerekçeler dolayısıyla oldukça önemsediklerini ortaya koymuştur (Dunnet ve Qasim, 1998).

3. DOĞA İLE BİRLİKTELİKTEN ELDE EDİLEN FAYDALAR

Doğa ile iç içe olmanın psikolojik yönden rahatlamaya yardımcı olduğu ve şehir hayatının stresini azalttığı fikri şehirleşmenin başladığı dönemle birlikte ortaya çıkmıştır (Ulrich ve Parsons, 1992). Ünlü Amerikan peyzaj mimarı Frederick Law Olmsted kent ortamının stres yarattığını 100 yıl önce kabul etmiş ve doğa manzaralarının bu stresi azaltacağını ileri sürmüştür (Olmsted, 1865). Yine 19. Yüzyıl İngiltere’sinin şehir parkları, bunların insan sağlığına katkıları olabileceğini düşünen Viktorya dönemi reformistleri tarafından inşa edilmiştir (Kendle ve Rohde, 1995). ‘Bahçe Şehirleri Hareketi’nin (The Garden City Movement) temeli de yine doğa ile insan refahı arasındaki olumlu ilişkiye dayanmaktadır (Stoneham, 1997).

Doğanın insan psikolojisi üzerindeki etkisinin daha bilimsel yöntemlerle açıklanmaya çalışılması ise nispeten daha geç başlamış, son 30 yıl içinde sosyal ve doğal bilimciler tarafından doğa ile iç içe olmanın insanların yaşam kalitelerini ve refahlarını niçin artırdığına dair birçok değişik teoriler geliştirilmiştir (Altman ve Wohlwill, 1983; Kaplan ve Kaplan, 1989; Francis ve Hester, 1990). Pratik alanda da bahçe ve bitkilerle uğraşmanın tedavi edici yönü hortikütrürel terapi alanında çalışan profesyonel insanlar tarafından hastaneler, ilaç bağımlıları tedavi merkezleri, özürlülere yönelik okullar gibi çok geniş bir alanda kullanılmaya başlanmıştır (Lewis, 1990).

Çevre psikolojisi alanındaki araştırmaların birçoğu şehirleşmenin insanın ruhsal sağlığına etkilerini araştırmış (Parry-Jones, 1990) ve birçok psikolog ruhsal sağlıktan daha çok ruhsal hastalıklar üzerine yoğunlaştığından doğal alanların insan sağlığına olumlu etkileri konusundaki çalışmalar başlangıçta nispeten daha sınırlı kalmıştır (Rohde ve Kendle, 1997). Bununla beraber bu konudaki araştırmalar son yıllarda giderek artmış ve birçok araştırma doğanın insan sağlığındaki rolünü ortaya koymaya çalışmıştır.

Kent doğal alanlarının insanın psikolojik refahı üzerine etkisi konusunda gerçekleştirilen kapsamlı bir literatür araştırması bu konudaki araştırma kanıtlarını aşağıda verildiği üzere beş kategoride sınıflandırmıştır (Rohde ve Kendle, 1994). Buna göre kent doğal alanları insanlara psikolojik açıdan duygusal (stresi azaltıp mutluluğu artırarak), bilişsel (zihin yorgunluğunu azaltarak), gelişimsel (özellikle çocuklarda daha yüksek seviyede zihinsel aktiviteleri teşvik ederek) davranışsal (maceracı davranışları desteklemek suretiyle kişilerin kendine güvenini destekleyerek) ve sosyal (sosyal sınıflar arasındaki sınırları kaldırarak kişiler arası iletişimi ve kaynaşmayı destekleyerek) anlamda faydalar sağlamaktadır. Bu psikolojik durumlar ile fiziksel sağlık arasında da ilişkiler olabileceği ileri sürülmektedir. (Kendle ve Rohde, 1995). Her ne kadar bu alandaki araştırmalar insan ve doğa arasındaki ilişkileri tanımlamaktaysa da bunlar hala daha başlangıç aşamasında olup, doğaya karşı ilişkilerde kültürel, sosyal, kişilik ve yaş ile ilgili farklar hakkında çok fazla bilgi yoktur (Rohde ve Kendle, 1994).

3.1. Doğal Alanların İnsan Psikolojisine Etkileri Üzerine Araştırmalar

Doğanın insan psikolojisi üzerindeki olumlu etkileri üzerine araştırmalar son 30 yılda artan bir gelişme göstermiştir. Bu tür çalışmaların ilklerinden kabul edilen bir araştırma insanların evlerinin bahçelerinden elde ettikleri psikolojik faydaları araştırmıştır (Kaplan, 1973). Çalışma bahçede çalışma veya yürüme gibi aktif katılım, pencereden bahçeyi seyretme gibi pasif katılım ve bahçede çeşitli aktiviteler planlama gibi fikirsel katılım olmak üzere üç değişik psikolojik etki tanımlamış ve bahçelerinde çalışmanın kişilere kendilerini ifade imkanı sağladığının altının çizmiştir. Yine Lewis (1992) insanların bahçeleriyle kurdukları duygusal bağlara ve bahçelerinin mevsimi gelip çiçekler açtığında gelip geçen yüzlerce kişi tarafından seyredilip beğenilmesinin bahçe sahibine sağladığı psikolojik faydalarına değinmiştir.

Görsel çevreye karşı fizyolojik tepkiler üzerine yapılan çalışmalar da yine doğal alanların yapılaşmış alanların tersine insanların duygusal durumları üzerine tamir edici etkilerde bulunduğunu göstermiştir. Çevre psikolojisi üzerine çalışan Roger Ulrich doğayı ve doğal manzaraları seyretmenin insanların psikolojik sağlığına olumlu etkileri olduğu hipotezinin geçerliliğini test etmek için bir dizi deney yapmıştır. Bunlardan ilkinde (Ulrich, 1979) görsel peyzajın final sınavından çıkmış stresli öğrencilerin duygusal durumları üzerindeki etkilerini araştırmıştır. Araştırma sonucunda doğa manzaraları seyreden öğrencilerin stresleri azalırken, yapılaşmış kent manzaraları seyreden öğrencilerin sınav çıkışındaki durumlarından daha stresli hale geldikleri gözlemlenmiştir. Honeyman (1990) daha sonra aynı çalışmayı kent ve doğa alanları karışımı bir kategori daha ekleyerek tekrar etmiş, sonuçlar doğa ile karışık kent manzaralarının doğadan yoksun kent manzaralarına göre daha çok iyileşme sağladığını göstermiştir. Doğa manzaraları seyretmenin etkileri Ulrich (1981) tarafından İsveç’te gerçekleştirilen başka bir çalışmayla tekrar araştırılmış ve doğal manzaraların psikolojik faydalarının stresli olmayan bireylerde de ortaya çıktığı tespit edilmiştir. Ulrich bu konu üzerindeki üçüncü araştırmasında (Ulrich vd., 1991) doğal manzaraları seyreden bireylerin fizyolojik ve psiko-fizyolojik tepkilerini (kalp atış hızı, kan basıncı, adale gerilimi, beyin dalgaları) ölçmüş, doğal manzaraları seyretmenin denekler üzerindeki gerilimi düşürdüğünü ve stresli durumdan iyileşmeyi hızlandırdığını kanıtlamış, stres ölçen değerler arasında da doğanın iyileştirici etkileri olduğu konusunda tam bir tutarlılık olduğunu göstermiştir.

Hartig vd. (1991) doğal alanlarda bulunmanın zihin yorgunluğundan kurtulmayı kolaylaştırdığına dair nispeten daha güçlü kanıtlar ortaya koymuştur. Doğa gezisine giden, kent içinde tatil yapan ve tatil yapmayan üç grup arasında bir karşılaştırma yapan araştırmada gruplardan bir okuma parçası üzerindeki yanlışları düzeltmeleri istenmiş ve sonuçta en iyi puanı doğa gezisine giden grup elde etmiştir. Üniversite yurdunda kalan öğrenciler arasında yapılan benzer bir araştırmada pencereleri doğal alanlara bakan öğrencilerin, bu tür manzaralardan yoksun odalarda kalan öğrencilere göre direkt dikkat konusunda daha güçlü bir kapasiteye sahip oldukları tespit edilmiştir (Tennessen ve Cimprich, 1995). Bu konu üzerine gerçekleştirilen başka bir çalışma ormanda kamp yapmanın kısa ve uzun vadede insan psikolojisi üzerine olumlu etkileri olduğunu göstermiş, kamptan dönen insanların yeşil çevre ve onun hissettirdiklerine karşı içlerinde sürekli bir istek kaldığını ortaya koymuştur (Kaplan ve Talbot, 1983).

3.2. Doğal Alanların İnsanların Fiziksel Sağlığına Etkileri Üzerine Araştırmalar

Son yıllarda gerçekleştirilen araştırmalar görsel çevre kalitesi ile insanların fiziksel sağlığı arasındaki ilişkiye dikkat çekmeye başlamıştır. Bu alanda yapılan birçok çalışma doğayı seyretmenin insanların fiziksel sağlığını olumlu yönde etkileyebileceğini göstermiştir. Her ne kadar bu tür ilişkilerdeki mekanizma spekülatif ise de bunlar muhtemelen stres ve bağışıklık sistemi arasındaki ilişkiye bağlanmaktadır. Bunların içinde en çok tartışılanı yine Ulrich (1984)’in Pennsylvania’daki bir hastanede safra kesesi ameliyatından çıkmış hastalar üzerinde gerçekleştirdiği bir araştırmadır. Aynı ameliyat sonrası iyileşme sürecindeki hastalardan pencereleri ormana bakan bir odada kalan hastalar, pencereleri hastanenin duvarına bakan bir odada kalan hastalara göre daha az ağrı kesici istemişler, geçirdikleri ameliyata karşı daha pozitif davranışlar sergilemişler, daha çabuk iyileşmiş ve taburcu olmuşlardır. Kaza veya bazı hastalıklar sonucu şiddetli sakatlığa maruz kalan hastalar arasında yapılan başka bir çalışma (Verderber, 1986) yine bu tür hastaların doğal alanlar veya ağaçlar içeren manzaraları diğerlerine tercih ettiklerini göstermiştir. Heerwagen (1990) bir diş kliniğinde sırasını bekleyen hastalar üzerindeki endişe ve huzursuzluk üzerine bir araştırma yapmış, bekleme odasındaki karşı duvarda büyük doğal bir manzara resmi asılı olduğu günün hastalarının duvarın boş olduğu günün hastalarına göre daha az stresli olduklarını çeşitli fizyolojik yöntemlerle ölçmüştür.

Görsel çevre kalitesi ile insanların fiziksel sağlığı arasındaki ilişkileri konu alan çalışma sonuçları, hapishanelerde gerçekleştirilen çalışmalarla da uyum içerisindedir. Örneğin, Moore (1982) bir araştırmasında hücrelerinin pencereleri doğaya bakan mahkumların hapishane stresi semptomları olarak kabul edilen sindirim sistemi hastalıklarına, baş ağrılarına ve diğer bazı rahatsızlıklara daha seyrek maruz kaldıklarını göstermiştir.

Doğanın insan psikolojisi ve dolayısıyla fiziksel sağlığı üzerindeki rolü çalışma ortamında da araştırılmıştır (Kaplan vd., 1988). Araştırmada çalıştıkları yerden ormanlar, ağaçlar, çiçekler vb. gibi doğal objeleri seyretme imkanı bulabilen insanların bu tür alanları görme imkanı bulunmayan yerde çalışanlara göre daha az iş stresi yaşadıkları, işlerinden daha çok memnun oldukları ve baş ağrısı ve diğer rahatsızlıklardan daha az şikayetçi oldukları tespit edilmiştir. Bir ofiste çalışanlarla ilgili yapılan başka bir araştırmada (Heerwagen ve Orians, 1986), dış çevreyi göremeyen denklerin kendi çalışma masalarını ve etrafını pencere kenarında oturanlara göre daha çok doğa manzaraları ile donattıkları görülmüştür.

4. SONUÇ

İnsan ve doğa arasındaki ilişki oldukça karmaşık olup doğanın stres azaltıcı ve insan sağlığını olumlu yönde etkileyici özelliklere sahip olmasının nedenleri kesin olarak bilinmemekle beraber bunlar genellikle insan gelişiminin ruhsal boyutu ile ilişkilendirilmektedir (Kendle ve Rohde, 1995). Ayrıca doğa ile iç içe bulunmaktan elde edilen faydalar sonucu gelinen olumlu yönde gelişmiş kişisel durumun, tedavi edici olmaktan daha çok önleyici etkileri olduğu görüşü de ileri sürülmektedir (Rohde ve Kendle, 1994). Her ne kadar toplumun büyük bir kısmının davranışları doğal çevrenin insanlar için çok önemli olduğunu ve kişilerin psikolojik refahına birçok yönden katkıda bulanabileceğini ortaya koyuyor ise de (Parry-Jones, 1990), konu üzerindeki araştırmalar ve spekülasyonlar hala devam etmektedir. İnsan – doğa ilişkilerinde ve özellikle insanların doğaya karşı davranışlarında kültürel, sosyal, yaş ve kişilik gibi değişkenlerin önemli yeri olduğu herkes tarafından kabul edilmekle beraber bu değişkenlerin ortaya koyduğu farklar konusunda henüz çok az şey bilinmektedir.

Doğanın insan sağlığı ve psikolojisi üzerine olumlu etkileri olduğu gerçeği, özellikle olması gerekenden çok daha az yeşil alan ile yetinmeye çalışan ülkemiz kent insanları için de geçerlidir. Ancak ülkemize özgü kültürel, sosyal ve ekonomik değişkenler açısından araştırıldığında insandoğa ilişkilerinde literatürdekilerden daha farklı ve ilginç sonuçlar elde edilmesi muhtemeldir. Buna rağmen ülkemizde, özellikle kentlerde insan doğa ilişkileri üzerine gerçekleştirilen araştırmaların sayısı oldukça az olup, konu henüz peyzaj alanında araştırma yapan bilimsel çevrenin ilgisini yeterince çekememiştir. Bu konunun ülkemiz şartlarında araştırılması ve literatürde mevcut diğer bilgilerle karşılaştırılarak benzerliklerin ve farkların ortaya konulması, bilimsel açıdan doldurulması gereken bir boşluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu alanda yapılacak araştırmalar sonucu elde edilecek bilgilerin uygulamada peyzaj planlama, tasarım ve yönetim alanlarında çalışan profesyonel kesime de faydalı olacağı kuşkusuzdur.

kaynak: Halil ÖZGÜNER/Süleyman Demirel Üniversitesi Orman Fakültesi Dergisi Seri: A, Sayı: 2, Yıl: 2004

Doğa, Su ve İnsan-2

İnsan ve Kent

Kentleri insan nüfusunun yoğun olarak yaşadığı mekânlar olarak tanımlamak mümkündür. Kentler tarihin farklı aşamalarında yaşadıkları değişimlerle günümüzdeki durumlarına gelmişlerdir. Tarihsel aşamaların hassasiyetlerine göre kentler farklı kullanım ve yerleşim planlarına sahip olmuşlardır. Örneğin, ortaçağ döneminde savunma ihtiyaçları nedeniyle dışa kapalı, askeri gerekliliklerin önde olduğu, duvarların ardında ve hendeklerle çevrili bir karakterdeyken; barutun bulunmasıyla kent duvarları ve kaleler koruma işlevini yitirmiş, kent siluetinden kaybolmuş ve yerlerini açık alanlara bırakmışlardır. Bu bakımdan kent ve açık alanlar arasında değişen bir ilişkinin olduğu savunulabilir.

Güneş (2010), Hatt ve Reiss’a dayanarak; tarihsel olarak kentlerin ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı ve geliştiğini kesin bir biçimde ortaya koymanın güç olduğundan bahseder. Bu güçlüğün birinci nedenini antik kentler hakkında arkeolojik çalışmalara dayanan bilgilerin büyük oranda eksik olmasına bağlamaktadır. Bütün tarihsel dönemlerdeki ve farklı coğrafyalardaki kentlerin eşit bir şekilde incelenmediğini söyleyen araştırmacı, doğu toplumlarında yer alan kentler hakkında bilinenlerin batı uygarlığındaki antik kentler hakkında bilinenlerden daha az olduğundan yakınmıştır (Güneş 2010). Bütün bunlara rağmen kentlerde günümüzdeki kullanımlar bile, geçmişteki kullanımlara dair ipuçları verebilmektedir.

Geçmişin koşulları doğrultusunda kurulan birçok kent yeni oluşumlara gösterdikleri adaptasyon ölçüsünde ayakta kalabilmiştir. Ancak yine de kentlerin tarihi, kentlere değer katmasının yanında çözülmesi güç sorunları da beraberinde getirmektedir. Kentlerin; eski dönemden kalan bir organizasyon ve işleyişe sahipken, aşırı nüfus artışı nedeni ile yeni oluşan koşullara adapte olması zaman almıştır. Bazı mekânsal sıkıntılar ile yüz yüze kalan kentler yeni dönemin koşullarına uygun çözümler aramak ve bu çözümleri idealize etmek zorunda kalmışlardır.

Örneğin yaşanan yoğun göç, konut sıkıntısını doğurmuştur. Bunun yanında yaşanan teknolojik atılımlar, yeni üretim merkezlerinin açılmasına, yeni üretim biçimlerinin oluşmasına ve yeni iş kollarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Eskiyen ve eskide kalan üretim merkezleri terk edilerek, hayalet yapılar ve ıssız mekânlar halini almışlardır. Diğer taraftan üretimin en büyük girdisi olan doğal kaynak kullanımı ise had safhaya ulaşmış ve doğanın yoğun kullanımı beraberinde birçok sorunun oluşmasını tetiklemiştir.

İnsanlar oluşan bu yeni dönemde, geleneksel yerleşim biçimlerinin dışında yeni dönemin yarattığı koşullar altında yoğun ve düzensiz bir yerleşim geleneğinin esiri olmuşlardır. Yoğun nüfusun etkisi altında, arsa fiyatlarının artışı da yerleşimde pragmatik bir anlayışın benimsenmesine neden olmuştur. Bu pragmatik anlayış, insanın rutinler içinde sıkışarak, kendine ve çevresine yabancılaştığı bir ortam yaratmıştır. İnsan ruh halindeki değişim, suç oranlarındaki yükselme, bu genel sıkıntının bir dışavurumudur.

Zizek’e (2008) göre dünyada yaşanan ekolojik krizin önemi ne kadar vurgulansa azdır. Kriz, sadece yarattığı fiili tehlike yüzünden, yani sadece insanın hayatta kalıp kalmaması söz konusu olduğu için önemli olmayıp “doğa”ya dair günlük kavrayışımızı ve algılarımızı sorguladığı için de tartışılmalıdır. Ekolojik krizlere karşı bireylerin farklı tepkileri bulunmaktadır. Zizek, bu tepkileri başlıca üçe ayırmaktadır. Birincisi, ekolojik krizi tam anlamıyla ciddiye alma isteksizliği içinde bulunanların geliştirdiği, “meselenin fena halde ciddi olduğunu gayet iyi biliyorum; ama yine de buna inanmıyorum, bunu simgesel evrenime dahil etmeye hazır değilim ve bu yüzden de ekolojik sorunların günlük yaşamıma etkisi olmayacakmış gibi davranmayı sürdürebilirim” düşüncesidir. Ekolojik krize verilen diğer bir tepki ise takıntı düzeyindedir. Kişi; “eğer ben bunu yapmazsam korkunç bir felakete neden olacak” diye düşünür. Üçüncü tür tepki ise, ekolojik krizin anlamının “doğayı acımasızca sömürüşümüz, doğayı kullanılıp atılan bir nesne ve malzemeler temin ettiğimiz bir depo muamelesi yapmamız yüzünden verilen bir ceza” olduğu düşüncesini taşıyanların verdiği tepki türüdür. Sadece bu üçüncü türde tepki verenlerin çıkardığı ders, doğanın parçası olarak yaşamamız, kendimizi onun ritimlerine uydurmamız, onun içinde kök salmamız gerektiğidir. Lacancı bir yaklaşımla ekolojik kriz konusunda, ekolojik krizin gerçekliğinin anlamsız fiiliyatı içinde, ona bir mesaj ya da anlam yüklemeden kabul etmeyi öğrenmemiz gerektiği vurgulanmaktadır (Zizek 2008). Bu da doğa ile insanı karşı karşıya getirmeden, bir denge içinde yaşamasına imkân veren bir anlayışın insanlığa hâkim olması ile mümkün olabilir. Ekolojik krizlerin önlenmesine yönelik planlama yaklaşımları bu durumun oluşturulmasında önemli bir etmen olabilecek potansiyele sahiptir.

Peyzaj bakış açısı içine giren objelerin tümü, canlı cansız unsurlardan oluşan alan anlamına gelmektedir. Burada peyzajı oluşturan topografya, jeoloji, toprak, su ve bitki örtüsü gibi doğal faktörlerin yanında, peyzajı şekillendiren ve çoğu zaman değiştiren insan ile peyzaj arasındaki ilişkilerin anlaşılması önemlidir (Atik 2010). Kent içindeki peyzajda ise doğal öğelerden daha ziyade insan yapısı öğelerin baskın durumda olduğu bir manzara karşımıza çıkmaktadır. Zaman içinde değişen insan kullanımları ise, bu mekânların zaman içinde değişime ve dönüşüme uğramasına neden olmaktadır. Ancak tasarım disiplininden gelen plancı ve tasarımcılar bu mekânların dönüşümünü ve kente kazandırılmasını sağlayabilmektedir (Reed 2008).

Yapılan birçok çalışmada belirtildiği gibi su ve su yapıları ile ilgili çalışmalar doğa onarımı çalışmalarının yanında kültürel nitelikli çalışmalardır (Gobster ve Hull 2000, Darby ve Sear 2008). Bugüne kadar yapılan çalışmalarda, halkın desteğini alabilen çalışmaların daha başarılı sonuçlandığı görülmektedir. Bunun yanında en önemli materyalin ise doğanın kendisi olduğu kabul edilmelidir.

Bu durumdan dolayı planlama, tasarım, yönetim ve değerlendirme aşamalarının her birinde peyzaj ekolojisini göz önüne alan, paydaşların ilgi ve beklentileri doğrultusunda hareket eden, sürdürülebilir ve ekonomik yönetim yaklaşımları benimsemek bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sonuç

Kentlerde yaşayan insanlar doğaya duydukları özlemi, kent içindeki kente yakın ve kent dışındaki rekreasyon alanlarındaki faaliyetleri ile gidermeye çalışmaktadırlar. Kent içindeki yeşil alan ihtiyacının yetersizliği nedeniyle kent dışındaki alanlarda oluşan aşırı talep, kent içinde kalan boşlukların uygun planlama kararlarıyla değerlendirilmesi ve mevcutta bulunan yeşil alanların niteliğinin arttırılmasıyla üstesinden gelinebilecek bir durumdur. Bu şekilde kent dışı doğal alanlar üzerindeki mevcut baskının ortadan kalkması olasıdır. Bu açık ve yeşil alanların yanında bu alanları destekleyen akarsu ve akarsu koridorlarının kente kazandırılması ile desteklenebilir. Bu sayede kentte yeni rekreasyon alanları oluşmasının yanında kullanarak korumanın önü açılmış olmaktadır. Akarsular bu sayede endüstriyel alanların atıklarının baskısından kurtarılarak, kentliye hizmet eden doğal bir kullanıma dönüşmüş olacaktır.

Kentsel ekosistemin devamı için su kaynaklarının korunması önem arz etmektedir. Eski dönemde enerji üretimi kaygıları ile inşa edilen, ancak yapımı sonrasında doğaya zararlarının bulunduğu görülen birçok hidro-elektrik santralinin devre dışı bırakılması, söz konusu alanlarda doğa onarım çalışmalarının başladığı görülmektedir. Ancak ne yazık ki ülkemizde dünya çapında terk edilen bu teknoloji, işletme standartlarının da altında faaliyet göstermekte ve akarsuların can suyuna önem verilmeden yenileri inşa edilmektedir. Bu konuda toplumsal bir bilinç yerel düzeyde oluşsa da, yerel paydaşların talepleri büyük şirketlerin istekleri doğrultusunda görmezden gelinmektedir.

Bunun yanında su varlıklarının tarımsal üretimde kullanımında da ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Daha yakın zamana kadar göller ve bataklıklarda, tarım alanı kazanmak için kurutma çalışmaları yürütülmekteydi. Günümüzde bu gibi ilkel uygulamalardan giderek uzaklaşıldığını görmek oldukça memnuniyet vericidir. Ayrıca akarsulardan temin edilen sulama suyunun yanlış kullanımı sonucunda su kaybı yaşanmakta ve toprağın tuzlanarak verimsizleşmesi sorunlarına karşı önlemler alınmaya başlanmıştır. Damlama sulamanın tarımda ağırlıklı olarak kullanılması yönünde teşviklerin devlet tarafından sağlanması yanında enerji etkin üretim faaliyetleri konusunda da üreticinin bilgilendirilmesi ve teşvik edilmesi önem taşımaktadır.

Lynch’e göre en beğenilen görünümler genellikle suyun ve mekânın görülebildiği geniş panoramalardır (Lynch 1960). Su, doğanın ve dolayısıyla insanoğlunun vazgeçilmez bir unsurudur. Bu şekliyle akarsular da kentlerin insanı doğayla birleştiren hayat damarları olarak kabul edilebilir. Bu nedenledir ki kentlerde akarsuların niteliğini iyileştirmeye yönelik çalışmalar kent insanını doğaya yakınlaştırmakta, kentte yaşama konforunu artırmakta, insana yaşam sevinci verirken kente ayrı bir kimlik kazandırmaktadır. Günümüzde pek çok uygulamada tanık olduğumuz akarsuları kanal içine alarak iyileştirme ve kentsel mekân oluşturma çabaları ne yazık ki kent insanını su unsurunda uzaklaştırmaktadır. Pek çok Avrupa ülkesinde tanık olduğumuz uygulamaları ülkemiz  kentlerinde de görmek vatandaşlarımızın en doğal hakkıdır. Avrupa Peyzaj Sözleşmesi’nde peyzajın kişisel ve sosyal refahın en önemli öğesinden birisi olduğu belirtilmektedir. Peyzajların korunmasının, yönetilmesinin ve planlanmasının toplumdaki her bireyin hak ve sorumluluğunda bulunmaktadır. Günümüzde de kentsel alanlar içinde kalmış akarsu koridorlarındaki planlama ve tasarım konularına gereken duyarlılığın gösterilmediğini görmek peyzaj mimarı olmanın ötesinde bir kentli olarak bizlere önemli bir sorumluluk yüklemektedir. Topoğrafya, vejetasyon ve sosyokültürel altyapının da dikkate alındığı planlama ve tasarım çalışmaları kentlilerin en doğal hakkıdır. Bu konuda Peyzaj Mimarları, Şehir Bölge Plancıları, Mimarlar, Çevre Mühendisleri, Biyologlar ve İnşaat Mühendisleri kent insanın da ihtiyaçları ve beklentileri doğrultusunda ortak projeler üretmelidirler.

kaynak: Ekin OKTAY, Reyhan ERDOĞAN/ Peyzaj Mimarlığı Dergisi

 

Doğa, Su ve İnsan

Doğa, insana ve diğer bütün canlılara ev sahipliği yapan en önemli unsurdur. Ancak insan faaliyetleri sonucunda oluşan birçok bozulma doğanın niteliğini bozmakta ve kalitesini düşürmektedir. Bunun en önemli göstergesi ise su ve su yapılarında  gözlenmektedir. İnsanın bunca ekolojik krizin sorumlusu olduğu su götürmez bir gerçektir. Bundan dolayı genelde insan ve doğa arasında, özelde ise insan su arasında dengeli bir ilişkinin kurulması önem arz etmektedir. Bu çalışmada da bu temelden hareketle doğa, su ve insan arasındaki ilişki irdelenmiş ve Türkiye özelinde çözüm önerileri geliştirilmeye çalışılmıştır.

Doğa

Doğa birçok canlının etkileşimi sonucunda ortaya çıkan, insanların ve diğer hayvanların da mensubu olduğu geniş bir üst kümeyi oluşturmaktadır. Bu bakımdan insanoğlunun öngördüğü gibi, insan doğanın dışında veya üstünde yer almamakta; kendi içinde uyumla çalışan bu sistemin bir parçası durumundadır. Ancak insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği simge ve işaretler kullanarak yarattığı soyut, zihinsel bir dünyaya sahip olmasıdır. Bu soyut dünya sayesinde kültür oluşturabilmiş, dil ve yazı ile bilgilerini yetişen kuşaklara aktarmayı başarabilmiştir. Yine bu boyut sayesinde insanoğlu, diğer canlılara karşı ne kadar savunmasız ve diğer canlılardan ne kadar zayıf olsa da hayatta kalmayı başarabilmiştir. Bu insanın doğa içerisinde yaşamda kalmak için gerçekleştirdiği en önemli çabasının ürünüdür.

Ancak her ne kadar, kendine ait zihinsel bir doğa yaratmış olsa da insanın temel yaşamı doğa içerisinde geçmektedir. Fiziksel anlamda yaşamını devam ettirmek için ihtiyaç duyduğu bütün kaynakları insanoğlu doğadan karşılamaktadır. Bu bakımdan insanın kendisini doğanın dışında düşünmesi ve bir ikilik (Kartezyen felsefedeki ismi ile dualite) oluşturması bu bakımdan farazi bir durum ortaya koymaktadır.

İşte sayılan tüm bu nedenlerden dolayı doğanın ve doğayı oluşturan canlıların varlığının insan açısından önemi tartışılmazdır. Bu bakımdan insanın hayatını devam ettirdiği bu yaşam alanına gereken önemi vermesi zorunludur.

İnsanoğlu, medya ve diğer kaynaklardan duyduğu çevresel felaketler, üçüncü kaynaktan edindiği bilgiler ve gelecekte olması muhtemel çevre felaketlerine çoğu zaman önem vermemektedir. Bu da gerekli önlemleri alarak çevrenin ve doğanın korunması için gereken adımların atılmasına engel olmak tadır. İnsanların çoğu; petrol krizi, çevresel kirlenme veya su kıtlığı gibi olaylardan doğrudan doğruya değil de, ikincil derecede etkilenmektedir. Yani çoğu insan, özelikle de gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin vatandaşları günlük yaşamlarında, sorunun kendisi ile değil de  sorunun yol açtığı ikincil derecede etkilerle yüz yüze gelmektedir. Bu ikincil etmenlerde sorunun kaynağı olan temel faktörlerin anlaşılmasını güçleştirmektedir. Toplumun büyük bir kısmı bu gibi sorunların temelinde bulunan etmenleri görmemektedir.

Bu durumdan dolayı bu gibi olaylar sorunların sanal sorun olarak algılanmasına neden olabilmekte ve gereken önem verilmemektedir. Kısaca bunun temelinde, insanların tehlikeyle birebir yüz yüze gelmemiş olması yer almakta ve yerkürenin tamamını etkileyen olaylar dahi bireyin temel yaşamsal itkilerinin harekete geçmesi için yeterli olamamaktadır.

Küresel ısınma, içme suyu sıkıntısı, sel, kuraklık, türlerin yok oluşu vb. gibi sorunlara insanoğlunun duyarsız kalması, bir anlamda bu temel itkilerin sadece yüz yüze gelinen gerçek bir tehlike karşısında harekete geçmesinden kaynaklanmaktadır. Bu problemlerin çözümünden önce günlük hayatındaki iş, aile, barınma ile ilgili sorunlar, ortalama insanın zihnini daha çok meşgul etmektedir. Yaşanan büyük modernleşmeye ve gelişmeye rağmen, halen daha atalarından miras kalan bazı itkilerle hayatını devam  ettirebilmekte olan insanın çelişkileri, zararın sadece kendini değil, çevresini de etkilemesine yol açmaktadır. Su ve akarsular da bu bozulmadan en büyük payı alan kaynaklar arasındadır.

Su

Su yaşamın vazgeçilmez öğelerinden birisidir. En basit ifade ile su yaşamdır. Canlı organizmanın büyük bir kısmı sudan meydana gelmektedir. Bütün yaşamsal faaliyetler su ile mümkün olabilmektedir. Bu nedenle su ve yakın çevresi, tarihin bütün dönemlerinde fiziksel ve kültürel anlamda önem taşımıştır. Birçok toplum ve insan topluluğu, yaradılış efsane ve mitoslarını, su üzerinden kurmaktadır. Bilimsel veriler de tıpkı mitolojide olduğu gibi suyun önemine işaret etmektedir.

Su ve su kıyıları tarih boyunca insanoğlunun yiyecek, yerleşme, çoğalma ve öğrenmeyi sağlayabildiği en ideal yaşam alanlarından biri olma görevini üstlenmiştir. Su, işlevsel açıdan sağladığı kolaylıklar yanında uygun iklimsel özellikler, manzara ve eğlenceli zaman geçirilebilecek alanlar da sunmaktadır. Bu temel ihtiyaç, canlının her zaman gereksindiği bir nesne konumundadır. Canlılığın devamı için gerekli olan su, insanın çoğu zaman farkında olmadığı ve önemsemediği bir kaynak olabilmektedir. Bu koşullanmadan dolayı insanların bu temel kaynağa gereken ilgi ve özeni göstermemesi, o an ki koşullar çerçevesinde hatalı değerlendirmeler sonucu yanlış kararlar alarak, bu önemli kaynağın zarar görmesine, azalmasına ve hatta tükenmesine neden olabilmektedir.

Yaşamsal önemin yanında, su kaynakları insan hayatında farklı açılardan önemli bir yer tutmaktadır. Neredeyse bütün büyük şehirler, akarsu koridorları boyunca inşa edilmiştir.

Kıtaları saran denizler kadar dünya, kıtaları ağ gibi örmüş olan akarsu sistemleri ile de beslenmektedir. Kırsal alanlara olduğu gibi kentsel alanlara da sokulan akarsular kentlerin tarihleri, sosyo-kültürel yapıları ve ekonomileri ile yoğrulmakta, şekil bulmaktadır. Bu akarsular topoğrafik yapılarının sahip olduğu şartlar ile kentler içinde odak noktaları olduğu gibi, fark edilmeyen fiziksel durumlarıyla da varlıklarını sürdürmektedir. Dünyadaki kentsel akarsulara örnek olarak; Venedik Kanalı (Venedik, İtalya), Tiber Nehri (Roma, İtalya), Sein Nehri (Paris, Fransa), Saone Nehri (Lyon, Fransa), Thames Nehri (Londra, İngiltere), Mersey Nehri (Liverpool, İngiltere), Tyne Nehri (Newcastle, İngiltere), Spree Nehri (Berlin, Almanya), Ren Nehri (Köln, Almanya), Elbe Nehri (Hamburg, Almanya), Main Nehri (Frankfurt am Main, Almanya), Oder Nehri (Frankfurt an der Oder, Almanya), İsar Nehri (Münih, Almanya), Ren Nehri (Basel, İsviçre), Aare Nehri (Bern, İsviçre), Limmat Nehri (Zürich, İsviçre), Parma Nehri (Parma, İtalya), Rotterdam Kanalları (Hollanda), Amsterdam Kanalları (Hollanda), Besos Nehri (Barselona, İspanya), Garonne Nehri (Bordo, Fransa), Tuna Nehri (Ingolstadt, Almanya; Viyana, Linz, Avusturya; Budapeşte, Macaristan, Belgrad Sırbistan), Charles Nehri (Boston, Massachusetts, ABD), Hudson Nehri (New York, ABD.), San Antonio Nehri (San Antonio, Texas, ABD.), Cheonggye Deresi (Seul, Güney Kore), Nil Nehri (Kahire, Mısır) verilebilir.

Ülkemizde de pek çok kentimiz akarsuya sahip olma bakımından şanslıdır. Bunlar genelde küçük dere ve çaylar olduğu gibi bir nehir
kenarında olma şansına sahip kentlerimiz de vardır. Türkiye’deki kentsel akarsulara örnek olarak; Alleben Deresi (Gaziantep), Ankara Çayı (Ankara), Porsuk Çayı (Eskişehir) Melen Çayı (İzmir), Manavgat Nehri (Manavgat/Antalya), Düden Çayı (Antalya), Aksu Çayı (Antalya) Meriç Nehri (Edirne), Asi Nehri (Antakya), Yeşilırmak Nehri (Amasya), Seyhan Nehri, Adana, Kağıthane Deresi (İstanbul), Bartın Çayı (Bartın), Çoruh Nehri (Artvin), Dicle Nehri (Diyarbakır) verilebilir.

Derelerden büyük nehirlere, küçük gölet ve göllerden büyük göllere, drenaj kanallarından su toplama rezervuarlarına kadar çeşitli biçim ve boyutlarda olabilen su yüzeyleri; peyzajda hem görsel hem de fonksiyonel olarak önemli işlevlere sahip birer kaynak konumundadırlar.

Peyzajda farklı biçim ve formlarda olabilen su öğeleri gerekli düzenlemelerle toplum sağlığının iyileştirilmesi, bireyin kent yaşamında karşılaştığı güçlükler ve bunların sonucu oluşan stresin giderilmesi, psikolojik olarak tatminin sağlanması ve yabancılaşmanın önüne geçilmesi, su öğesinin ve yeşil alanların yerinde ve doğru planlanması ve tasarımıyla mümkün olabilmektedir. Bu süreç mekânsal kurgunun yanında toplum ve bireyin ihtiyaçlarının bilinmesi ile mümkün olabilmektedir.

Ancak gelişime bağlı olarak akarsular zamanla bazı bozulmalara uğramış ve bu alanlarda yeniden düzenleme ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Özellikle sanayi devrimi sonrasında oluşan bu yeni dönemde; öncesinde kırsal alanlarda yüksek oranda bulunan nüfus, üretim biçimlerinde yaşanan değişimler nedeniyle büyük kitleler halinde, oluşan iş gücü ihtiyacını karşılamak üzere kentsel yerleşim alanlarına göç etmiştir. Bu dönemde “kır” cazibesini yitirmiş ve “kent” büyük bir mıknatıs gibi kitleleri kendisine çekerek bugün yaşanan çözülmesi zor kentsel sorunların oluşumuna zemin hazırlamıştır. Kentsel alanlarda bulunan doğal alanlar tahribe uğramış ve bu süreçte en çok zararı akarsu ve kıyıları görmüştür. Bu bozulmuş ve niteliğini yitirmiş alanların kentlilerin kullanımına yeniden sunulabilmesi için sürdürülebilir planlama ve tasarım yaklaşımlarına ihtiyaç duyulmaktadır.

Kent içinde akarsuların çevresi iyi tasarlanıp düzenlendiğinde insanları çevresinde toplar. Akarsu çevreleri çeşitli aktivitelerin yer aldığı bir mekân haline gelerek toplanma eylemine olanak tanır. Genel olarak akarsuların içinde yer alan heykel gibi plastik elemanlar, sanat yapıları ya da mimari unsurlar, akarsuyun çevresinde toplanma eylemini güçlendirir. Ulaşım mekânları olarak akarsular çizgisel ve yönlendirici karakterde olup, mekânsal olarak kent içersindeki hareketi güçlendirici etki sağlar. Akarsular içerisindeki araç ulaşımı sayesinde kentin mekânsal, kültürel varlıklarının farklı açılardan algılanması olanağı oluşur ve kent ile insanın ilişkisi bu sayede güçlenir.

Hareket, mekânların faklı açılardan ve farklı noktalardan algılanmasına olanak tanır. Kentsel mekânın algılanmasında Gordon Cullen “Ardışık İmaj” adı altında, yayanın kent mekânlarını birbiri ardı sıra gelen imajlar dizisi olarak algılamasının önemine değinirken, bu bütünlük ve değişkenliğin kentin algılanmasına anlam kazandırdığını dile getirmektedir. Akarsular; kentin doğal unsurları ile yapay unsurlarının kültürle zenginleştirilmiş bütünsel algısında, insana heyecan verici peyzajlar sunabilmektedir. Bu hem suyun içerisinde hem de suyun dışarısında karşılıklı olarak iki yönde gerçekleşebilmektedir. Yoğun kentleşme sonrasında, yatay ve dikeyde gelişen yapılar insan ölçeğinde kentsel mekânların algılanmasını imkânsız kılmaktadır. Bu bakımdan kent içerisindeki boşluklar, kentin peyzajını, bir anlamda kent manzaralarını algılamada önemli araçlar sunmaktadır. Özelikle boğaz, akarsu, göl, deniz kıyısı gibi geniş su yüzeyleri kentin algılanması için manzara noktalarına ev sahipliği yapmaktadır.

kaynak: Ekin OKTAY, Reyhan ERDOĞAN/ Peyzaj Mimarlığı Dergisi