Peyzaj ve İnsan İlişkisi-2
Günümüz koşullarında, doğal peyzaj alanlarının her geçen gün azaldığı, oluşturulan kültürel peyzajın ise yoğun bir şekilde onun yerine aldığı gözlenmektedir. İnsanın var oluşundan günümüze kadar, doğal peyzaja olan etkisini 4 aşamada toplamak mümkündür.
1. aşama: Bu dönem, tarih öncesi ilkel insan diye nitelendirilen varlıkların doğayı sadece avcılık ve kendine yetecek kadar tarımsal faaliyetlerle upraştıkları çevresine değiştirici veya olumsuz hiç bir eylemde bulunmadıkları dönemdir. Güven duygusuyla birleşmiş bir doğa korkusu hakimdir. Paleolitik devir insanının, doğaya olan etkileri beslenmek için yapılan avlanma yani hayvan türlerine vermiş olduğu ölçülü zararlardan öteye gidememiştir. Onbinlerce yıl önceleri, henüz peyzaj mimarisi söz konusu değilken ilkel insanlar bir çeşit peyzaj, çevre duygusu ile doğanın mimari formlarını benimsemişler ve doğadaki ilginç formlara, dramatik peyzajlara duygusal bir tutku ile bağlamışlardır. İlkel avcı kavimler, sosyal toplantılar ve dini seremoniler için dramatik doğal peyzajlar seçmişlerdir. Yaşam içimlerini, olaylarını grafik sanat formları ile bu kayalara geçirmişlerdir. Bu durum, ilkel insanların çevresini daha çok duygusal bir biçimde algıladığını göstermektedir.
2. aşama: Daha geniş ihtiyaç dizisi için nispeten uygun, makul bir çevre ilişkisi ile birlikte, doğa korkusu ve sevgisi, doğanın çeşitli olaylarını anlama ve insan güvünün sınırlılığını kavrama dönemidir. İnsanın doğayı değiştirici ilk faaliyeti tarımsal faaliyetler olmuştur. Bitki tohumları ekmek, hayvanları ehlileştirmek, belli bir yerde yerleşerek konut inşa etmek ilk çevre düzenleme örneği olarak görülür. İnsanların tarım yolu ile peyzajı değiştirmeye başlamaları doğayı sınırlı ölçüde de olsa tahrive doğru ilk adımlarını atmalarını sonuçlandırmıştır. İnsanların toprağa bağlanmaları, belli bir yerde sürekli bir yaşama bilincinin doğuşu ise, yapı sanatının ortaya çıkmasına olanak vermiştir. Böylece insanların mekan düzenleme sanatı olan mimarlık doğmuştur denebilir. Başlangıçta doğanın biyolojik, ekolojik kanunlarına dayanan tarımsal aktivitelerinde, insan hala doğanın bir parçası olarak görürüz. Gelişimin bu evresinde, insanoğlu doğaya tam bir itaat, dnsel ve ekonomik bir bağlılık içindedir. Fırtına, rüzgar, yağmur, sel, deprem, v.b doğal güçlerin hakim olduğu bir çevre ve onunla olumlu bir ilişki içindedir.
İnsanların tarımsal amaçlarla ortaya koydukları bu ilk yerleşme tipleri ve arazi kullanış şekilleri, çevre ile ekolojik ve biyolojik yönden dengeli bir bütünlük içindedir. Bununla birlikte iyi bir ürün almak için arazi bakımı, işlenmesi v.b işlerde deneyimlerin gelişmesi dönemi de diyebiliriz. Doğal faktörlerin (endojen ve eksojen güçlerin) ortaya koyduğu aşındırma, taşıma, yığma gibi biçimlendirmelerin dışında, yeryüzü değişmemektedir. Kentlerin ilk gelişmelerinde bir odak yeri ve kabile şefi için süslü ve büyücek bir kulübenin bulunduğu merkezi bir açık sahanın etrafında yer almış olan ilkel yaşam ve alışveris merkezleri biçiminde ortaya çıkan ilk yerleşme alanları gittikçe gelişerek, saray, mabet, meydan kompleksini kuşatan yerleşme üniteleri şekline girmişlerdir. Mısır, Asur, Ege, Yunan, Roma v.b ilkçağ uygarlıklarından başlayıp, ortaçağ, Rönesan ve Barok devirlerine kadar, kentler bu ana fikirde ve temelde gelişmişlerdir.
İnsanların, bu döneme kadar olan kentsel eylemlerinde doğaya olan etkileri ölçülü olmuştur. Her ne kadar zaman zaman eski Yunan ve Roma şehirlerinde ve mimarilerinde doğa ile çarpışan, zıtlaşan insanı çevresinden koparan, bağımsız hissettiren bir meydan okuyuş sezilse de, aynı yörelerde gelişen Bizans kent ve manastırlarında biçim, renk ve malzeme yönünden doğa ile bütünlük sağlayan özellikler görülür. Bu eski toplumlar, evlerini, köylerini, kasabalarını korunma zorunluluğu nedeniyle birbirine yakın, kompakt bir biçimde oluşturdular. Özellikle ortaçağda kale duvarları ile kuşatıldılar ve çevrelerinden kesin olarak ayrılmış oldular. Bu şekilde kentsel ve tarımsal arazi kullanışları, diğer vir deyimle kentsel ve kırsal peyzaj birbirinden ayrılmış oldu.
Rönesans devri ile bu düzen bir ölçüde değişmeye başladı. Zengin aileler, saray ve villalarını kent dışında kırsal alanda inşa etmeye ve geniş parkları ve bahçeleri ile çevrelerine açılmaya ve kırsal alan ile bütünleşmeye başladır. Floransa’da başlayan villa dönemi, kale duvarları içine sıkışmış olan kentin sağlık koşullarının bozulması veba gibi salgın hastalıkların halkın kitle halinde ölmesini sonuçlandırması nedeniyle gelişmiştir. Kırsal alandaki sağlıklı yaşama olanakları bu eğilimi daha da artırmış ve Roma’da olduğu kadar, daha sonraları Barok döneminde Paris yakınında Versay ve Viyana yakınında Schonbrunn bu şekilde biçimlenmiştir. Doğal olarak bu dönemde kırsal hayatın rekreasyon nimetleri ( av, piknik, parkta yürüyüş v.b) toplumun çok küçük ve elit bir kesiminin tekelinde bulunuyordu.
3. aşama: İnsanoğlunun doğa ile bundan sonraki ilişkisi, toplanma içgüdüsünün ortaya koyduğu yerleşme motifi olan kentlerdir. Bu nedenle ilk tarımsal yerleşmelerden sonra, uygarlıkların tarihi hemen hemen kentlerin tarihleriyle ile başlar denebilir. Nüfus artışı ve endüstri devriminin başlaması ie birlikte teknolojik gelişmeler sonucu, doğayı umursamaz ve uyumsuz bir şekilde korkusuzca hükmetme ve saldırma eğiliminin artmasıdır. Örneğin doğal kaynakların aşırı sömürülmesi, ormanların tahrip edilmesi, arazilerin bilinçsizce kullanılması, hava, su ve toprak kaynaklarının kirletilmesi gibi 19. yy’da endüstri devrimiyle, insanoğlunun doğa üzerindeki dinamik eylemleri hızla artmaya başlar. Bu dönemin başlamasıyla birlikte kentler ve yeşil kırsal alanlar arasındaki belirgin tezat ta ortadan kalkar. Kontrolsüz ve sınırsız bir biçimde yerleşim alanları, endüstriyel tesisler bütün kent ve kırsal alanlara yayılmaya başlar. Teknolojik gelişmeler kırsal nüfüsün hızla kentlere kaymasına ve kentlerin yaşanamaz hale gelmesine neden olur. Kent içindeki doğal alanlar hızla tüketilir. Artık bir zamanlar kentin odak noktaları olan saray, maber ve meydanlar yerlerini, yerleşim yerleri, ticaret ve endüstri merkezine bırakırlar. Eski geleneksel kent planlarının tarihi, ruhu yerini daha mekanik dolayısıyla daha az insancıl bir yerleşme düzenine bırakır.
Artık insanoğlu doğa ile kıyasıya bir kavgaya tutulmuştur. Endüstri için hammadde temini, taş, kum ocaklarının açılması, ormanların tahribi, tren ve karayolları, köprüer, tüneller, limanlar, barajlar enerji taşıyıcılar v.b gibi eylemler doğayı değiştirici, çirkinleştirici faaliyetler olarak ortaya çıkarmıştır. Günümüzde halen bu aşama devam etmektedir.
İnsanlar yaşamları için en uygun ortamın doğa ile bütünleşmiş bir mekan olduğunu, doğa ile ilişkilerinin önemli bir hayat unsuru olduğunu anlayıncaya kadar çok acı deneyler geçirmişlerdir. Teknolojik gelişmeler, bilinçli ve rasyonel kullanılmadıkları için ekosistem veya doğa üzerinde çoüunlukla olumsuz etkiler oluşturulduğu gibi insan yaşamına da bu olumsuzluklar daha büyük boyutta aynen yansımış ve yansımaktadır.
4. aşama: Son aşama ise, yaron veya gelecek için insanların doğa ile bütünleşmesi ve sorumluluk duyma çabasına girme aşamasıdır. Yani bir bakıma EKOLOJİK devir ortaya çıkacaktır. Bu dönem doğal çevresel koşullara daha duygusal ve mantıklı bir düzenleme ile ona uyma, onun işlemlerini anlamaya ve kendi sosyal düzenini onunla bütünleştirmeye başlayacağı dönemdir. Daha şimdiden bu konuda birçok işaret ve örnekler görmek mümkündür. Günümüzde ortaya çıkan bu olumsuzluklar nedeniyle bütün dünya insanları “Denatüralize” yani doğaldan kopma veya yok olma endişesini taşımaya başlamıştır. Özellikle dünyayı hoyratça kullanan insanoğlu, artık tehlike çanlarının çaldığı noktada insan-doğa ilişkisinin yeniden gözden geçirme ihtiyacı duymaktadır.
Bir çok gelişmiş ülke, doğaya verdikleri zararların sonuçlarını idrak etmiş ve doğayı öncelikle ekolojik işlemlerine uygun yeniden biçimlendirerek insanların fiziklsel ve ruhsal sağlıkları için planlama ve uygulama çabası içine girmiş ve girmektedir. A.B.D de Yellowtone Parkının 1872 yılında dünyanda ilk milli park niteliğini taşıması bunun en güzel kanıtıdır. Ayrıca doğayı en çok tahrip eden gelişmiş ülkelerin bir araya gelerek uluslararası çevre koruma ile ilgili her türlü faaliyetlerde belki de kendilerini doğaya affettirebilme olasılığını artırmaktadır.
Pek çok ülkede insan ile doğa arasındaki ilişkilerin olumlu şekilde çözülmesi için birçok disiplindeki plancılar ( Mimarlar, Şehir Plancıları, Peyzaj Mimarları, Orman Mühendisleri gibi) önemli girişimlerde bulunmaktadır. Ancak doğal peyzaj ile insan ilişkisi, insanın doğa anlayışı ve doğaya karşı tutumu, çeşitli mesleklerden insan gruplarına göre değişmektedir. Bu ilişkinin doğayı tahrip derecesi üzerindeki etkisi de birbirinden farklıdır. Bir mühendis için doğa harcamakla tüketilemeyecek kadar zengin bir enerji kaynağı ve materyal deposudur. Edebiyatçı, şair ve ressam, müzikçi gibi fonetik sanatçı için, doğa korku, heyecan, sevgi, neşe, sürpriz, güzellik, kontrast, denge, renk, gibi pek çok sayısız sezgi yeteneklerini harekete getiren duygusal bir mekandır. Tarımcı ve ormancılar için, doğal potansiyelden ürün almak ön planda gelen vir amaçtır. Dolayısıyla insanoğlunun, doğanın karlılık derecesine karşı tutkusu arttıkça doğal peyzajı tahrip derecesi de o oranda artmaktadır.
Plancı için doğa, insanoğluna rahat yaşam sağlamaya elverişli güzel bir mekan halinde tertiplenmek için yaratılmış bir potansiyeldir. Bu nedenle plancı doğanın mevcut varlıklarını insan yaşayışına elverişli bir halde düzenlemeyi amaç edinen bir bilimci, teknikçi ve sanatçıdır. Bu amaçla her geçen gün tahrip edilen doğayı yani doğal peyzajı sürdürebilir bir şekilde zarar vermeden ya da en az zararla insanların çeşitli ihtiyaçlarını amaca uygun, estetik ve rasyonel olabilecek şekilde karşılayacak yöntemleri uygulamak zorunluluğu bulunmaktadır.
kaynak: Prof. Dr. Atila Gül