Ofis Mobilyalarının Tasarımında Ergonominin Önemi-2

2. Ofis mobilyaları ve Tasarımı

2.1. Ofis Mobilyaları

Günümüzde modern ofislerde ofis mobilyaları denildiğinde, ilk akla gelen dolaplar (camlı ve raflı dolaplar, çekmeceli dolaplar, diğer özel amaçlı dolaplar), masalar (çalışma masası, toplantı masası vb), sandalyeler (sabit veya ayarlanabilir sandalyeler gibi) ve çalışanların verimliliğini artırıcı diğer mobilya bileşenleri (tabureler, askılar, kasalar vb.) gelmektedir.

Masalar, çalışanın masaüstü çalışmalarına uygun olmalıdır. Dolayısıyla, masalar ofis ortamında kullanılan ve masaüstüne konumlandırılan araç-gereçlerin ve makinelerin uygun şekilde kullanımı sağlayacak ve çalışanın performansını artıracak şekilde tasarlanmış olmalıdır.

Buna göre; ofislerde kullanılacak masaların çalışanların amaçlarına ve ölçülerine cevap verecek nitelikte olması gerekmektedir.

Ofislerde çalışma masalarının çalışanların verimliliği açısından genel olarak şu özellikleri içermesi gerekir,.

— Yüksekliği ayarlanabilmelidir (yerden en az 70 cm yükseklikte olacak şekilde),

— Yüzeyi mat olmalıdır (yani yansıtıcı olmamalıdır)

— Yüzey genişliği 120–150 cm, eni ise 70 cm. olmalıdır,

— Kenarları ve köşeleri yuvarlak olmalıdır

— Güvenilirliği sağlanmış olmalıdır (kırılgan, kaygan olmamalıdır)

— Yere sabitlenmiş olmalıdır (tekerlekli olmamalıdır)

Sandalyeler, iyi bir duruşa sahip olmak ve rahat bir çalışma için ayarlanabilir sandalye ofis mobilyalarının en önemli bileşenlerinden biridir. İyi ayarlanmış sandalye, vücut pozisyonu ve kan dolaşımını geliştirir, kas çabasını azaltır ve çalışanın sırt bölgesine olan basıncı azaltır. Bundan dolayı, ofislerde kullanılan sandalyeler şu özelliklerde olmalıdır;

— Yüksekliği ayarlanabilmelidir (20 derece açı ile öne eğilebilmeli-lumbar destek için, yerden yüksekliği ofis çalışanları için 38–46 cm olacak şekilde ayarlanabilmelidir)

— Oturma minderi hava geçiren kumaştan yapılmalıdır

— Kendi etrafında 360 derece dönebilmeli,

— Hareketi sağlayacak nitelikte 5 tekerlikli olmalıdır.

— Ayak ve bacakların dolaşımını engellememelidir.

— Oturak ve dayanak kısımları bel ve bacağın üst kısmının yapısına uygun ölçülere sahip olmalıdır.

Ofislerde sandalye kullanımının temel amacı çalışanın en az enerji kaybı ile yorulmadan rahat çalışmasını sağlamaktır.

Bunun için çalışma koşulları içerisinde sandalyenin özellikleri ve çalışanın antropometrik özellikleri arasında yüksek düzeyde bir ilişki vardır.

Dolaplar ve diğer ofis tipi mobilyalar,

Rahat bir çalışma ortamı için çalışanların ölçülerine uygun diğer ofis mobilyalarıdır. Bu tür mobilyaların aynı zamanda amaca uygun, verimliliği artırıcı özellikte olması gerekir. Modern ofislerde mobilyalar, çalışanların etkiliğine ve verimliliğine olumlu yönde etki eden unsurlardır. Ofiste çalışanların iş akışının önemli bir kısmı masaüstü işlemleri içerir. Bundan dolayı, ofis mobilyalarının ve bileşenlerinin çalışma ortamına, iş akışına ve diğer ofis araç-gereçlerine uygun tasarlanması gerekmektedir. Çalışma saatlerinin önemli bir bölümünü ofis mobilyalarının fiziksel etkisi altında geçiren çalışanların performansını, tatminini ve moralini yüksek tutma konusunda ofis yöneticilerin bazı radikal kararlar alması gerekir. Öncelikle ofiste kullanılan mobilyalar ergonomik açıdan değerlendirilmeli ve çalışanların en üst düzeyde iş verimini sağlayacak uygun mobilya seçilmelidir. Ofis mobilyalarının seçiminde gelecekteki muhtemel gereksinimler de düşünülerek oldukça dikkatli bir seçim yapılmalıdır. Bir ofis yöneticisinin mobilya seçimindeki temel kriterler şunlar olmalıdır :

— Maliyet ve kullanışlılık

— Uygunluk ve Uyum

— Tek Düzelilik ve Standardizasyon

— Olası faydayı en üst düzeye çıkarma

— Yeterli sayı

— Dayanıklılık

Ergonomik yaklaşıma göre ofis mobilyalarının seçiminde yukarıda belirtilen kriterlerden uygunluk, uyum ve standardizasyon oldukça önemli faktörlerdir.Bu faktörler, ofis mobilyalarının tasarımında insan odaklı yaklaşım stratejisinin uygulanmasını gerektirmektedir.

2.2. Ofis Mobilyalarının Tasarımı

Tasarım; yaratma (bir yaratıcılık ürünü olarak), seçme ve karar verme gibi eylemleri kapsayan bir süreçtir. Bu tanıma göre; mobilya tasarımı denildiğinde; düşüncenin kâğıt üzerine aktarımından mobilyanın atölyede üretilmesine kadar geçen sürede yaratma, seçme ve karar verme gibi eylemlerin tümü düşünülebilir. Ofis ortamında kullanılacak mobilya eşyalarının, çalışanların ihtiyacına, amacına ve fiziksel ortama uygun şekilde tasarlanmış olması gerekir. Bunun için, mobilya tasarımcılarının ofis mobilyalarının tasarlanması, geliştirilmesi, etkilerinin ölçülmesi ve çalışma yerinin düzenlenmesi kadar çalışma yeri yüksekliği, vücut duruşu, görme açısı ve çalışma alanı genişliği gibi antropometrik ölçüleri de bilmesi gerekmektedir.

Ofiste çalışma ortamının etkili bir şekilde kullanımı için farklı yaklaşımlar mevcuttur. Özel ofis, açık ofis ya da karma yaklaşımlar ofis çalışma ortamının planlanmasında önemli faktörlerdir. Örneğin, açık ofislerde, duvarların olmayışı, masaların, bölmelerin ve diğer ofis mobilyalarının istenilen şekilde yerleşimini sağlamaktadır.

Açık ofislerin temel çekiciliği esnek oluşudur. Bu tip ofislerde modüler bir tasarım yapmak suretiyle ofis çalışanlarının etkililiği artırılabilmektedir. Modüler tasarım, ofis mobilyalarının tasarımında farklı bileşenlerin kullanımını ve bu bileşenlerin yerleşiminin farklı varyasyonlarını içerir. Ofis mobilyaları tasarımı ve üretimi yapan işletmelerin bir kısmı, ofis ergonomisini sağlamak amacıyla; dairesel iş istasyonları veya yıldız iş istasyonlarını dikkate alarak tasarım ve üretim yaparlar. Böylelikle ofis ortamı estetik olduğu kadar işlevsel bir çalışma ortamı olur. Ofis mobilyasının tasarımı, diğer ofis araç ve gereçlerinin tasarımından farklı olmamakla birlikte mobilyadan beklentileri de ifade etmektedir.

Mobilya tasarımını etkileyen unsurlar; işlevsellik, teknolojiklik, orijinallik, estetiklik (örneğin Feng-shui yaklaşımı gibi), ekonomiklik şeklinde sıralanmaktadır. Mobilya tasarım ilkeleri; denge, devamlılık, şiddet ve hâkimiyet olarak gruplandırılmıştır.

a. Ofis Mobilyalarının Tasarım Elemanları

Tasarımcının, düşünce ve görüşlerini ifade etmek ve sunmak amacıyla kullandığı bütün unsurlar tasarım elemanları” olarak ifade edilmektedir. Buna göre; bir mobilya tasarımcısının mobilya tasarımı çerçevesinde şu dört unsuru uygun bir şekilde kullanması gerekmektedir.

— Biçim

— Ölçek, oran ve ritim

— Renk,

— Doku.

Biçim (form) : Bir mobilyanın şekli veya bir bütünü olarak tanımlanmaktadır. Biçim ile işlevsellik unsurları arasında sıkı bir ilişki vardır. Ancak, işlevsellik tek amaç değildir, bunun yanında kullanıcının estetiklik, ekonomiklik ve orijinallikle ilgili isteklerin de karşılanması gerekir. 

Ölçek, oran ve ritim: Bir mobilya tasarım elemanı olarak ölçek, insan ölçüleri ile diğer mobilya elemanları arasındaki ilişkiyi ifade etmektedir. Ofis mobilyalarının tasarımında her şeyden önce bu mobilyayı kullanacak ofis çalışanının ölçüleri ile mobilyaların orantılı olması gerekir. Bunun yanında mobilyaların kendi içinde ölçülü ve çevre elemanları ile uyumlu olmalıdır.

Renk: Mobilya tasarımında görselliği en çok etkileyen tasarım elemanıdır. Mobilyanın tasarımının amacı ile mobilyanın kullanılacağı ortam arasındaki ışık ilişkilerini dikkate alarak farklı şekilde düzenlemek mümkündür.

Doku: Yüzeylerin özelliğini belirten tasarım elemanıdır. Doku, iki gruba ayrılır. Birinci grupta dokunularak hissedilen yumuşak, sert veya düzgün, kaba yüzeyler yer alır. İkinci grupta ise, görsel olarak hissedilebilen görsel yüzeylerdir. Görsel yüzeylere, mobilya üzerindeki kumaş dokuması örnek verilebilir.

b. Ofis Mobilyalarının Tasarımında Antropometri

Ergonominin amacı, mümkün olduğunca çalışma ortamını çalışanlara uygun hale getirmek olduğuna göre, ofis mobilyalarının tasarımında antropometriden diğer bir ifadeyle çalışanların antropometrik özelliklerinden yararlanılması gerekir. Antropometri, insanın genetik ve çevresel etmenler çerçevesinde ortaya çıkan fiziksel ve biyolojik sınırlarını belirleyen en önemli kriterdir.

Biyolojik bir varlık olarak insanın antropometrik özellikleri, yapılan her türlü aracın, gerecin ve donanımın onun antropometrik ölçü değerlerine uygun olmasını gerektirmektedir. Antropometri, sadece vücudun bir bütün olarak veya organsal olarak büyüklükleri ile ilgilenmez aynı zamanda bireylerin yaş, tür ve meslek gruplarına göre standart ölçülerden ne kadar uzaklaştıklarını da inceler .

Antropometrik açıdan bir işyerini şekillendirmedeki amaç, işyeri ölçülerinin çalışanın vücut ölçülerine uyumunu sağlamaktır. Çalışanın dururken ve hareket halindeyken oluşan her pozisyonu tespit edilir ve buna göre bir tasarım gerçekleştirilir.

Ofis ortamında insan ölçülerinin kullanımı iki farklı açıdan kolaylık sağlar. Birincisi; ofis faaliyetleri içinde yer alan bazı işleri en iyi şekilde yerine getirebilmek için belirli fiziksel özellikleri taşımak gerekir. İkincisi, vücut ölçüleri çalışma alanının tasarımında kullanılarak, kullanıcının kendisine sağlanan alana uyması ve belirli hareketleri rahatça yapması sağlanır. Ofislerde antropometrik ölçülerin kullanıldığı temel tasarım unsurları şunlardır:

– Çalışma yeri yüksekliği,

– Vücut duruşu,

– Görme açışı,

– Çalışma alanı genişliği.

Antropometrik ölçülerin ulus, bölge, cinsiyet, yaş, vücut yapısı, beslenme ve fiziksel faaliyete göre değişmektedir Dilik ve Tanrıtanır mobilya tasarımında antropometri üzerine yapmış oldukları araştırmada Türk insanın antropometrik özelliklerini belirlemeye çalışmışlardır Türk insanının antropometrik özellikleri incelendiğinde; cinsiyet farklılığına göre ölçülerin değiştiği görülür.

Bu yüzden, ofis mobilyaları tasarımcılarının ortalama insanı tasarıma esas almak yerine yukarıda verilen  antropometrik ölçüleri dikkate alması gerekmektedir. Buna göre tablo incelendiğinde, %5 ile %95 arasındaki insanların (ki bu %90 düzeyinde bir orandır) ölçüleri dikkate alınmalıdır. Burada diğer gruptaki insanlar göz ardı edilecek böylelikle uç değerlere yönelik tasarım zorluğu ve yüksek maliyetin önüne geçilmiş olacaktır. Ergonomik amaçlı tasarımda statik ve dinamik antropometrik ölçüler olmak üzere iki farklı yaklaşım söz konusudur. Statik antropometri, insanların durağan duruş ve oturuşlarında ölçülen boyutları ele alan bir ölçümdür.

Bu temel amaca göre insanların 140 fiziksel boyut ölçüleri ele alınabilir olmakla birlikte, ergonomik tasarımda 30 temel ölçünün ele alındığı saptanmıştır. Bu ölçüler ayakta durma ve düz bir zeminde oturma durumlarına bağlı olarak özel aletlerin kullanımıyla alınmakta ve farklı ergonomik tasarımlarda kullanılmaktadır. Çok hassas eklemden ekleme yapılan ölçülerde röntgen ışınlarından yararlanılmaktadır.

Uç Değerlere Göre Tasarım: Ofis mobilyaları tasarımının amaçlarından birisi de kullanıcı kitlesinin yaklaşık tamamına yakınına uyum sağlayabilecek tasarım standartlarının geliştirilmesidir. Bu konuda yapılan araştırmalara göre ilk %5 ile son %5’lik dilim dışında kalan %90’lık kısım kullanıcı hedef kitlesi olarak alınmıştır. %90’lık kısım dışında kalanlar standart dışı kabul edilir ve bu grubun ihtiyaçları özel yapım yoluyla giderilir.

Ayarlanabilir Aralıklara Göre Tasarım: Bir ofis mobilyasının bazı özellikleri farklı boyuttaki kullanıcılarına göre ayarlanabilir. Bu tür bir tasarımda yani ayarlanabilir özelliklere sahip bir mobilyada hedef kitle %90’lık gruba giren insanların antropometrik özellikleridir. Bu kısım dışında kalan ilk %5’lik ile son %5’lik kısım standart dışı olarak kabul edilir.

Ortalama Değerlere Göre Tasarım: Ortalama değer, bir mobilyanın potansiyel kullanıcılarının antropometrik özelliklerinin ortalamasını ifade etmektedir. Dikkate alınacak ölçü sayısı arttıkça ortalama değere sahip bir kişiyi bulmak zorlaşacaktır. Bu nedenle, ortalama değeri esas alan tasarımcılar, beklenilenin aksine, hedef kitlesi olan insanların büyük bir kısmını kapsamayacaktır.

3. OFİS MOBİLYALARININ TASARIMINDA ERGONOMİNİN ÖNEMİNE İLİŞKİN BİR ARAŞTIRMA

3.1. Araştırmanın Amacı, Önemi, Kapsam ve Sınırlılıkları

Bu çalışmanın amacı, ofis araç-gereçleri içerisinde yer alan ofis mobilyalarının tasarımında ergonominin önemini vurgulamak, ofis mobilyası tasarımı ve üretimi yapan işletmelerin ofis mobilyaları tasarlarken ergonomik ilkeleri ve antropometrik özellikleri dikkate alıp almadıklarını belirlemektir. Bunun yanında ikincil bir amaç, ergonomik ürün tasarımı yapan firma yöneticilerinin tasarımın ofis çalışanlarının verimliliğine, motivasyonuna ve performansına ne derecede etkili olduğuna dair görüşlerini belirlemektir.

Bu çalışmanın bir diğer amacı da, ofis mobilyaları tasarım ve üretimi yapan ve Ankara’da faaliyet gösteren ofis mobilyaları tasarımcısı firmaların ergonomik ilkeler ve antropometrik özellikler de dikkate alarak yeni stratejiler geliştirmelerine yardımcı olmaktır.

Bununla birlikte, ofis yönetimi eğitimi ve ofis mobilyaları tasarımı konusunda yapılmış çalışmalara farklı bir yorum getirmektir.

Bu bağlamda, Ankara Sanayi Odasına kayıtlı Ağaç İşleri Sanayi iş kolunda yer alan 149 firma yöneticisi veya tasarımcısı çalışmamızın evrenini oluşturmaktadır. Bu firmalardan basit tesadüfî örnekleme yöntemi ile seçilen 30 firma yöneticisi veya tasarımcısına yüz yüze anket uygulanmıştır. Örneklem oranı %20’dir.

3.2. Araştırmanın Yöntemi

Ankara ilinde ofis mobilyaları tasarımı ve üretimi yapan firmaların, ofis mobilyaları tasarımında ergonomik ilkelere ve antropometrik özelliklere göre tasarım yapıp yapmadıklarını saptamak için anket yöntemine dayalı bir araştırma yapılmış ve birincil veriler kullanılmıştır. Dolayısıyla, ofis mobilyası tasarımcısı ve üreticisi firma yetkilisinden veya tasarımcıdan veriler yüz yüze görüşme ve yapılan anket sonucunda elde edilmiştir.

3.3. Araştırmanın Hipotezleri

Bu araştırmanın temel hipotezleri aşağıda verilmiştir:

H01: Ofis mobilyası tasarımı ve üretimi yapan işletmelerin uyguladıkları standartlar ile hedef kitlenin antropometrik özellikleri arasında bir ilişki yoktur.

H02: Ofis mobilyaları tasarımı ve üretiminde uygulanan tasarım ilkesi ile tasarım ilkesini dikkate alma arasında bir ilişki yoktur.

H03: Ofis mobilyası tasarımı ve üretimi yapan işletmelerde tasarım yapan firma yöneticileri veya tasarımcının eğitim durumu ile tasarımın verimliliğe etki derecesi arasında bir ilişki yoktur.

3.4. Araştırmanın Bulguları

Araştırmaya katılan, ofis mobilyası tasarımı ve üretimi yapan firma yöneticileri veya tasarımcıların eğitim durumuna göre incelendiğinde; ankete katılanların büyük bir kısmının lisans mezunu olduğu (%60) ve bunu lise mezunlarının (%33) takip ettiği görülmektedir.  ilköğretim ve yüksek lisans mezunu sayısının oldukça düşük ve aynı oranda (%3,5) olmalarıdır. Buna göre; ofis mobilyaları tasarımı yapan işletmelerdeki tasarımdan sorumlu kişilerin seçiminde eğitim düzeyini dikkate aldıklarını söyleyebiliriz.

Ofis mobilyaları tasarım ve üretimi yapan işletmelerin ürün tasarlarken cinsiyet ayrımı yapıp yapmadıklarına ilişkin dağılım incelendiğinde; firmaların yaklaşık üçte ikisi cinsiyet ayrımı yapmadığı görülür.

Buna göre; ofis mobilyaları tasarımı yapan işletmeleri ürünlerini tasarlarken kadın veya erkek gibi cinsiyet farklılıklarını dikkate almamakta ve daha çok tek tip ofis mobilyası tasarımı gerçekleştirmektedirler. Ofis mobilyaları tasarım ve üretimi yapan işletmelerin mobilya tasarımında tasarım ilkesini dikkate alma ile uygulanan tasarım ilkesine ilişkin dağılım incelendiğinde; firmaların yarısının (%50) ürünlerini tasarlarken tasarım ilkesini dikkate aldığı, diğer yarısının da dikkate almadığı görülür. Buna göre; ofis mobilyaları tasarı ve üretimi yapan işletmelerin mobilya tasarımında tasarım ilkesinin dikkate alıp almama ile uygulanan tasarım ilkesi arasında ilişki incelendiğinde anlamlı bir ilişkinin olmadığı görülmektedir. Bu durumda; H02 hipotezi kabul edilmiştir.

Ofis mobilyaları tasarımı ve üretimi yapan işletmelerin oturarak çalışma alanının ölçülerini belirleme durumuna göre dağılımı incelendiğinde; daha çok üzerinde çalışılacak işin türünün (%52) dikkate aldıkları görülmektedir. Buna göre; ofis mobilyaları tasarımı ve üretimi yapan işletmelerin oturarak çalışma alanının ölçülerini belirleme durumuna göre dağılımı incelendiğinde anlamlı bir ilişkinin olmadığı görülmektedir. Ergonomik ürün tasarımının çalışanın verimliliğine, motivasyonuna ve performansına etki derecesinin eğitim durumuna göre dağılımı incelendiğinde; ergonomik ürün tasarımının çalışanın verimliliğine, motivasyonuna ve performansına eğitim durumunun etkisinin fazla/çok fazla olduğunu belirten deneklerin %33’ünün ilköğretim ve lise, kalan %67’lik bir oranında lisans ve yüksek lisans eğitiminde olduğu görülür.

Buna göre; ergonomik ürün tasarımının çalışanın verimliliğine, motivasyonuna ve performansına etki derecesi ile eğitim durumu arasında anlamlı bir ilişkinin olmadığı görülmektedir.

Bu durumda, H03 hipotezi kabul edilmiştir.

4. SONUÇ VE ÖNERİLER

Bir ofis araç-gerecinin kullanımı ve sorunsuz olarak işleyişi insan-makine etkileşiminin mükemmelliğine bağlıdır. Ergonominin temel amacı, bireyin fiziki gücünden, gönül gücünden ve düşünce gücünden yararlanarak iş verimliliğini sağlamaktır. Bunun için, ofis araç-gereçlerinin tasarımında insan faktörü dikkate alınmak zorundadır.

Ergonomik önlemler, çalışanların fiziksel bütünlüğünü korumanın yanında, onların psikolojik ve fizyolojik özelliklerini en uygun biçimde kullanacakları en iyi çalışma ortamını ve araçları sağlamayı ve böylece çalışanın iş güvencisini gerçekleştirmeyi hedeflemektedir. Ofis mobilyalarının tasarımında ve üretiminde standartların oluşturulması, bunun için gerekli antropometrik ölçülerin belirlenmesi,  hem üretim ve pazarlama işletmeleri açısından hem de ofislerde çalışan kişiler vücut ölçülerine göre tasarlanmış ve üretilmiş ofis mobilyalarını kullanarak verimliliklerini artırması açısından yararlı olacaktır. Ayrıca, ofis mobilyaları tasarımı ve üretimi yapan işletmelerin seri üretim yapmalarından dolayı meydana gelebilecek olası hataları en aza indirerek üretimdeki malzeme kayıplarını da önleyecektir.

Çalışma sonucunda ofis mobilyalarının tasarımı ve üretiminde ergonomi veya ergonomik yaklaşımın önemine ilişkin elde edilen temel bulgular ve öneriler aşağıda verilmiştir.

— Çalışmada mobilya üretimi ve tasarımı yapan işletmelerin büyük bir kısmının uluslar arası alanda faaliyet göstermekte olduğu görülmüştür. Bu işletmelerin, ofis mobilyalarını ihraç ettikleri veya ihraç etmeyi planladıkları ülkedeki pazar paylarını artırmak için o ülkedeki insanların antropometrik ölçülerini bilmeleri gerekir.

— Ofis mobilyası üreten ve tasarlayan işletme yöneticilerinin eğitim düzeyleri arttıkça ergonomik faktörleri dikkate alma düzeylerinin de arttığı görülmüştür. Buna göre; ofis mobilyaları üretimi ve tasarımı yapan işletmelerdeki tasarımcıların mobilya ve mühendislik eğitiminde ergonomi ve  antropometri konusunda eğitim almaları önem taşımaktadır. Ayrıca, üreticiler için rehber olacak ulusal antropometrik standartların belirlenmesinde de fayda vardır.

— Ergonomik olarak tasarlanmış ofis araç gereçleri çalışanların bel, sırt, el bileği, disk zedelenmesi gibi meslek hastalıklarına yakalanmasını önleyecek ve böylece gereksiz işgücü kayıpları da azalacaktır.

— Ofis mobilyası tasarımı ve üretimi yapan kişi veya kuruluşlar, tasarımda antropometrik ölçüler yanında denge, oran, uyum (büyüklük ve renk), kalite ve sadelik ilkesi gibi ürünlerine ilişkin bütün unsurları dikkate alarak tasarım veya üretim yapmalıdırlar. Ofis mobilyası tasarımında ergonomik ilkelere uyulması yalnızca işyerinin ihtiyaçlarını  karşılamayacak aynı zamanda, işgörenin de kişisel ve sosyal ihtiyaçlarının tatminine yardımcı olacaktır.

Sonuç olarak, ofis mobilyaları tasarımı ve üretimi yapan işletmeler üretimde maliyet, kalite ve ekonomik ölçütler yanında insan ölçütünü de göz önünde bulundurmak zorundadırlar.

kaynak: Ankara Üniversitesi Dikimevi Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu Dergisi, Cilt 7, Sayı 2, 2008

Ofis Mobilyalarının Tasarımında Ergonominin Önemi

Ofisler, örgütsel ve yönetsel faaliyetlerin yerine getirildiği yerlerdir. Buna göre ofis, ofis faaliyetleri için gerekli insan ve ekipmanla donatılmış çalışma yeridir. Ofislerde çalışan insanların yaptıkları işler zihinsel olduğu kadar davranışsaldır. Günümüzde ofislerde  çalışan bireylerin sayısının hızla artmasından dolayı; çalışma koşullarının yanında ergonominin ve ergonomik yaklaşımın bireylerin verimliliği üzerinde oldukça etkili olduğu görülmektedir.

Ofislerde çalışma koşullarına etki eden ergonomik faktörler; insan, makine, çevre ve mekân şeklinde sınıflandırılabilir. İnsan faktörü; yaş ve yorgunluk, kişilik ve sosyal çevre, eğitim ve deneyim, beslenme ve kişisel sağlık gibi alt unsurları içermektedir. Makine faktörü; makine ve insan mekaniği, kontrol ve göstergeler olmak üzere iki alt unsuru kapsamaktadır. Çevre faktörleri; aydınlatma,gürültü ve titreşim, havalandırma ve ısı düzeyi şeklinde sıralanmaktadır. Mekân faktörleri ise;çalışma mekânı ile fazla çalışma ve gece çalışmaları gibi ergonomik faktörlerdir.Çalışma koşullarını etkileyen ergonomik faktörler; çalışanların konforunu, tatminini ve işlerini yerine getirme davranışını etkilemektedir.

Bu konuda yapılan çalışmaların incelendiğinde Wheeler (1969) ile Tichauer (1973)’in çalışmalarında sıcaklık ve havalandırma gibi sıhhî faktörler üzerinde dururken, Harris’in (1980) , ofis çalışanlarının performanslarını etkileyen mobilya döşemesini ele aldığı görülmüştür.

Koç ve diğerlerinin, mobilya sanayinde iş kazaları ve meslek hastalıklarının seyri ve önlenmesine ilişkin çalışmada; mobilya işletmelerinde çalışma ortamlarının çok tozlu olmasına rağmen, işletmelerin %59’unda havalandırma sisteminin bulunmadığı belirtilmektedir. Ofis çalışanları üzerinde yapılan başka bir araştırma, araştırmalarda vücudun çeşitli bölgelerinde meydana gelen ağrıların nedenlerini belirlemeye yöneliktir. Davis ve Szigeti çalışmalarında bürolarda çalışanlar için büro alanlarını uygun hale getirmeyi sağlayacak önerilerde bulunmuşlardır. Dilik ve Tanrıtanır ’da çalışmalarında mobilya tasarımı ve antropometri konularını inceleyerek bürolarda kullanılan mobilyalar ile vücut ölçüleri arasındaki ilişkiyi ortaya koymuşlardır. Ergonomi bilimi, çalışanlar ile işyerinin etkileşimini incelemektedir.

Çalışma koşulları ve ortamın bürolarda çalışan bireyin fizyolojik, psikolojik ve anatomik özelliklerine ve kapasitesine uygun olması, birey ile iş arasında bir uyum sağlar. Böylelikle ofis çalışanı en az düzeyde dışsal etki ile en yüksek verime ulaşır.

Ofislerde ergonomik bir yaklaşım, ofis çalışanlarının zihinsel ve davranışsal becerilerini geliştirdiği gibi iyi bir çalışma ortamını da sağlar. Çalışanların farklı ölçü ve tercihleri, verimlilik ve konfor için büro araç ve gereçlerinin farklı yerleşimini gerektirir. Bu yüzden, bürolarda ergonomik tedbirlere öncelikle büro araç-gereçlerinin tasarımı ile başlanmalıdır.

Böylelikle, ofis çalışanlarının ihtiyaçlarına göre tasarlanan ofis, çalışanların daha verimli olmasını ve doğal olarak daha az yorulmasını sağlayacaktır. Bu bağlamda çalışmada, öncelikle ergonomi ve tasarım kavramları ele alınmış, ardından ofis mobilyaları ve tasarımı üzerinde durulmuş, daha sonra yapılan araştırma sonuçlarına göre ofis mobilyalarının tasarımında ergonominin önemi vurgulanmış ve bu konuda önerilerde bulunulmuştur.

  1. ERGONOMİ VE TASARIM

Ergonomi ve tasarım kavramları iki ayrı anlamı içeren kavramlar olmalarına karşın, bir bütünün iki parçası gibi birbirlerini tamamlamaktadırlar. Ergonomiyi; ürün, çalışma yeri ve sistemlerin tasarımında insan odaklılığı esas alan bir kavram olarak görmek ve insan için tasarım olarak adlandırmak mümkündür. Tanıma göre, tasarım ve ergonomi kavramlarının esas odak noktasını insan oluşturmaktadır.

1.1. Ergonomi

Ergonomi; verimli, emniyetli, rahat ve efektif bir kullanım sağlamak amacıyla, alet, makine, sistem, görev, iş ve çevrenin en iyi şekilde tasarımı için, insan davranışı, kabiliyetleri, sınırları ve diğer karakteristikleri ile ilgili bilgileri keşfeder ve uygular. Fonksiyonel etkinlik (verimlilik, iş performansı vs.), kullanım rahatlığı, sağlık, güvenlik ve huzur kriterleri ise amaca ne denli ulaşıldığını ortaya koyar. Ergonomi Araştırma Derneği ergonomiyi; “çalışanlarla işleri, araç-gereçleri ve çevre arasındaki ilişkileri, özellikle anatomik, fizyolojik ve psikolojik açıdan ele alan ve bu ilişkilerde ortaya çıkan problemlerle ilgili çalışmalar” olarak tanımlamaktadır. Ergonominin amacı, mesleki çevre ile çalışanlar arasındaki düzenleyici karşılıklı ilişkilerin incelenmesidir.

Mesleki çevreden kasıt, mesleğin icra edildiği yerdir. Çevrede yer alan koşulların düzenlenmesi için çalışan kişinin gösterdiği çaba ve elde ettiği başarı yönünde araştırma ve incelemeler yapmak söz konusudur. Bu bağlamda ergonomik yaklaşımdaki esas hedef veya amaç; insanın işi kolayca yapabilmesini sağlayacak bir ortam oluşturmaktır.

Ergonomi, insanı çalışması esnasında bilimsel olarak inceleyen bir bilimdir. Bir yandan insanın doğal yeteneklerinin sınırları genişletilmeye çalışılırken, diğer yandan insan makine sistemlerinin performansı artırılmaya çalışılır. İş yerinin düzenlenmesinde insan ölçüleri göz önüne alındığında insan yeni baştan tasarlanamayacağından onun ölçülerinin dağılımının bilinmesi araç-gereçlerin tasarımında ön koşuldur.

Ofislerde ergonomik koşulların çalışanlara ve yapılan işe uygunluğu; emek, zaman ve para kaybını en aza indirirken, üretim ve hizmet kalitesini artırmakta, çalışanların iş tatminini olumlu yönde etkilemektedir. Ergonomiyi insan-makine-çevre ilişkisi açısından değerlendirmek ve buna göre tanımlamak daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Buna göre ergonomi; “insanların anatomik özelliklerini, antropometrik karakteristiklerini, fizyolojik kapasite ve toleranslarını göz önünde tutarak, endüstriyel iş ortamındaki tüm faktörlerin etkisi ile oluşabilecek, organik ve psiko-sosyal stres karşısında, sistem verimliliği ve insan-makine-çevre uyumunun temel yasalarını ortaya koymaya çalışan, çok disiplinli bir araştırma ve geliştirme alanıdır”.

İnsanlar ofis ortamında iş görürken; çeşitli ofis araç ve gerecini, belli bir iş için programlanmış sistemleri (robotlar ve bilgisayar gibi) kullanırlar. İnsan varlığının iş ortamında bedensel ve ruhsal gereksinimlerini dikkate almak, davranışlarını tanımlamak, insanların kullanımı için en uygun araç-gereci geliştirmek ve üstün verim elde etmek için ofis araç-gereçlerinin tasarımda ergonomik bir yaklaşım gerekmektedir.

1.2. Tasarım

Tasarım, çok çeşitli alanlarda kullanıldığından geniş bir uygulama alanına sahiptir. Bu nedenle tasarımın genel bir tanımını yapmak oldukça güçtür. Buna karşın tasarım ile ilgili genel bir tanım vermek gerekirse; “tasarım; yeni bir sistemin veya nesnenin icat edilmesi veya geliştirilmesi” şeklinde ifade edilebilir.

Tasarım, ofis araç-gereçlerinin tasarımı açısından ele alındığında; “bir ürünü (mal veya hizmeti) veya sistemi geliştirmek amacıyla yapılan ardışık karar verme süreci” olarak tanımlanabilir. Bu süreçte bütün kararlar, gözlem, tahmin ve değerlendirme kriterlerine göre ele alınır ve süreç boyunca, mümkün olan en iyi kararların ele alınması hedeflenir. Kararlar alınırken daha önceden belirlenen performans gereksinimleri ve kısıtlar dikkate alınmalı uygulanabilirlik üzerinde durulmalıdır.

Ofis çalışanlarının ihtiyaçlarının, performans gereksinimlerinin ve sınır şartlarının belirlenmesi konuları, tasarım işleminin ilk aşamalarında netliğe kavuşturulması gereken hususlardır. Bir tasarım işleminin istenilen sonuçları vermesi, tasarım işleminin sağlam bir teorik alt yapıya, stratejik metot ve tekniklere dayanması ile mümkündür. Bununla ilgili iki farklı stratejiyi (DFX -Design for X ve DFH-Design for Human) ele almak ve bunlardan tasarımda hangi strateji üzerinde odaklanılması gerektiğini belirtmek gerekmektedir. DFX stratejisinde X, tasarım sürecinde odaklanan tasarım parametresini (maliyet, imalat, montaj, kalite) ifade etmektedir Bu stratejilerin uygulama alanı örgütlerin öncelik sırasına göre değişiklik arz etmektedir.

Bu durumda, DFH stratejisinin geliştirilmesi ve tasarım sürecinde bu stratejinin etkili bir şekilde kullanılması gerekmektedir. Bu da ancak ergonomi’nin entegre edildiği iyi bir tasarım stratejisi ile mümkündür. Buna göre, büro mobilyalarının tasarımında kullanılabilecek en iyi yaklaşımın insan odaklı bir yaklaşım olduğu söylenebilir. Büro mobilyalarının tasarımında insan odaklı bir yaklaşımın başarısı ise şu niteliklere bağlıdır:

— İş ve görevlerin açık bir şekilde izahı yapılmış olmalıdır.

— Tasarım işlemi, sistemin işleyişini belirleyici nitelikteki elemanlar üzerinde yoğunlaşmalıdır.

— Birbirleriyle ters orantılı olan amaç kriterleri optimize edilmemelidir.

— Amaç, açık bir şekilde ifade edilmeli ve bu konuda grup elemanları arasında ortak anlayış ve uyum olmalıdır.

— Tüm aşamalar arasında sürekli bir geri bildirim sağlanmalıdır.

— Değerlendirme, belirlenmiş amaç ve kriterlere göre makro ve mikro seviyede yapılmalıdır.

1.3. Tasarımda Ergonominin Yeri ve Önemi

İşletmelerde tasarım süreci, ergonomi’nin entegre edildiği bir çatı altında, rekabet gücünün artırılmasında bir araç olarak kullanılmaktan ziyade, teknolojik gereksinimlerin öncelikli olarak ele alındığı teknoloji yönelimli bir yaklaşımla ele alınmaktadır. Ergonomi’den büro araç ve gereçlerinin tasarımında yanında ofislerin yerleşim tasarımında da yararlanılmaktadır.

Ülkemizde ofis tasarımında ergonomiden yeterince yararlanılmadığı görülmektedir. Nitekim Özok (22) tarafından 452 iş yeri üzerinde yapılan bir çalışma bu tespiti desteklemektedir. Söz konusu çalışmada işyerlerinin yaklaşık %54’ünün ergonomik açıdan istenilen boyutta olmadığı görülmüştür.

Aynı araştırmada ergonomi açısından iyi tasarlanmış çalışma yerlerinin oranı %8’dir. Buna göre, tasarım sürecinde ergonomik veri/bilgi ve metotlarının göz ardı edildiği ve tasarımın teknolojiye yönelik olarak yapıldığı söylenebilir.

Teknoloji yönelimli yaklaşımda temel amaç, sistemin işlevselliğinin ve kârın, maliyete oranını maksimize etmektir. Bunun için de esas üzerinde durulan nokta, sistemin teknik özelliği ve teknik işlevselliği olmaktadır. Bundan dolayı, potansiyel kullanıcıların karakteristikleri, gereksinimleri ve beklentileri, çoğu zaman göz ardı edilmektedir. Bunun uzun vadedeki maliyetini (pazar kaybı, rekabet gücünün azalması, ergonomik faktörlerin göz ardı edilmesinden kaynaklanan hataların düzeltilmesinin, çok masraflı ve zaman alıcı olması vs.) gören kuruluşlar, insan odaklı tasarım yaklaşımını benimsemeye başlamışlardır. Bu noktadan bakıldığında ergonominin, rekabetçi ortamda stratejik bir güç olan tasarımın etkinliğini artırdığı ve uzun vadede çeşitli avantajlar sağladığı söylenebilir.

kaynak: Ankara Üniversitesi Dikimevi Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu Dergisi, Cilt 7, Sayı 2, 2008

Ahşap'ta ortam neminin etkileri

Gelişen teknoloji sayesinde yeni yapı malzemeleri üretilmesine rağmen ahşap, mimarlığın ve inşaat sektörünün vazgeçilmez malzemelerinden biri olma özelliğini korumaktadır. İşlenmesi kolaydır, hafiftir, basınç ve çekme dayanımı yüksektir, ses, ısı ve elektrik yalıtımında mükemmel özelliklere sahiptir. Ahşap biyolojik bir malzeme olduğu için; mikroorganizma, mantar, su, nem ve güneşin ultraviyole ışınları gibi olumsuz dış etkenlere maruz kalarak bünyesinde ve yüzeyinde hasarlar ve deformasyonlar meydana gelir. Bu deformasyonları engellemek için; ya emprenye yöntemi ya da yüzeysel koruyucular kullanılmalıdır. Söz konusu koruma metotlarından en iyi ve en etkili olanı koruyucu kimyasalların ahşap bünyesine emdirilmesiyle uygulanan emprenye yöntemidir.

Türkiye’de günümüzde inşa edilmekte olan yapıların özellikle dış cephelerinde kullanılan ahşap malzemelerde, maliyeti düşük ve uygulaması kolay olduğu için genellikle yüzeysel olarak uygulanan kimyasal maddelerle dış etkenlere karşı önlem alınmaya çalışılır. Eğer ahşap iyi korunmamışsa, olumsuz dış etkenlerin bir veya birkaçı, ahşapta kısa sürede hasar ve bozulmalara neden olur.

Türkiye’deki yapılarda kullanılan ceviz, çam, gürgen, kayın ve meşe gibi ahşap türleri üzerine yüzeysel olarak uygulanan koruyucu kimyasal maddelerin, nem geçirimlilik performansları araştırılmıştır. Deneysel olarak laboratuar ortamında gerçekleştirilmiş olan çalışmalarda farklı türdeki ahşap örnekleri üzerine vernik, selülozik boya ve sentetik boya gibi çeşitli kimyasallar uygulanmıştır. Deneysel çalışmada, koruyucu kimyasal uygulanmış ahşap malzemeler desikatör diski üzerine konularak su ile temas ettirilmeden nemli ortamda bırakılmış ve ahşabın, bu etken karşısında ağırlık değişimi açısından nasıl bir davranış gösterdiği incelenmiştir. Elde edilen verilere dayanılarak da yüzey koruyucu kimyasalların, ahşap malzemelerdeki nem etkisi karşısında gösterdiği davranış ve performanslar ortaya konulmuştur.

Yapılarda nem ve su etkileri, yapı hasarları sorunları açısından oldukça önemli bir yere sahiptir. Çünkü nem ve suya karşı önlem alınmadığı takdirde, başlangıçta malzeme bünyesi ile sınırlı kalan hasar ve bozulma gibi sorunların ortaya çıkması kaçınılmaz olur. Söz konusu bu hasar ve bozulma oluşumları, yapının ve yapım malzemesinin özelliklerine bağlı olarak da çok daha ileri boyutlara ulaşarak, yapısal ve strüktürel tehlike oluşturacak gelişmelere varabilir.

Yapı kabuğunun yapımında kullanılan hemen hemen tüm yapı malzemeleri, az ya da çok gözenekli yapıları nedeniyle çevrelerindeki nemi, bünyelerine alma, depolama, iletme ve tekrar bünyelerinden dışarı atma özelliğine sahiptir. Ancak yapı malzemeleri katmanlar halinde bir araya getirildiğinde ise durum daha farklı olabilmekte ve kullanılan her malzemenin, farklı nem geçirgenlik özelliklerine sahip olması nedeniyle taşınan nem bazı katmanlardan hızlı bir şekilde geçerken, bazı nem geçirgenlik direnci yüksek katmanların önünde de birikebilmektedir. Bunun yanında, dış kabuk katmanlarında olağan şartlardaki nemin dışında, çevre şartlarının etkisi ile tasarım ve uygulama hatalarından dolayı yoğuşma da oluşabilmektedir. Bunun sonucunda da yapı elemanının ya da yapı kabuğunun kendisinden beklenen performansı verememesi söz konusu olabilmektedir.

Nemin, yapı malzemelerine olan en önemli etkisi, bozulma ile birlikte, malzemelerin ısıl performansına ve ısı geçişine olan etkisi sayılabilir. Ortamdaki ve bileşen bünyesindeki nem, ayrıca kullanıcı konforu ile kullanıcı sağlığı üzerinde de etkili olmaktadır. Yapı malzemelerinde aşırı nem birikmesi veya doğrudan yoğuşma meydana gelmesi nedeniyle ıslanma/kuruma, donma/çözülme, yüzey kirlenmesi, biyolojik ve mikro organik etkiler gibi genelde olumsuz olaylar meydana gelmektedir. Malzeme içindeki nem geçişinin, malzemenin ve sistemin ısıl performansı üzerinde de önemli derecede etkisi söz konusu olmaktadır. Bunun sonucunda da seçilen kaplama malzemelerinde ve dolayısıyla yapı kabuğunda daha hızlı bozulmalar meydana gelmektedir.

Yapı malzemeleri içerisinde nem ve suya karşı en hassas malzemelerden birisi hiç şüphesiz ahşaptır. Ancak günümüzde geliştirilen çeşitli koruma yöntemleri ile ahşabı su ve nem gibi çeşitli dış etkenlere karşı korumak oldukça kolaylaşmıştır. Çeşitli koruyucu kimyasal maddelerin yardımıyla, ahşabın bünyesinin ya da sadece dış yüzeyinin, çeşitli etkilere karşı korunması mümkündür. Ahşabın bünyesine çeşitli yöntemlerle farklı özelliklere sahip kimyasalların entegre edilmesi yani kısaca emprenye yöntemi, dış etkilere karşı, en iyi ve en etkili çözümdür. Bu yöntem ile, ahşap malzeme uzun yıllar boyunca herhangi bir bakım gerektirmeden olumsuz etkenlere karşı korunur.

Ülkemizde genellikle bina cephelerinde kullanılmakta olan ahşap malzemelerde, dış etkenlerden korunma amacıyla, maliyeti düşük ve uygulaması kolay olduğu için, genellikle yüzeysel koruyucular tercih edilir ve özelliklerine dikkat edilmeden bu yüzeysel koruyucularla, ahşapta, su ve nem gibi dış etkenlere karşı bir koruma sağlanmaya çalışılır. Ahşap cephe kaplamalarında yüzeysel olarak uygulanan yöntemlerle ahşabı korumak gerçekte oldukça zordur. Çünkü kısa bir süre sonra ahşaba yüzeysel olarak uygulanmış olan bazı kimyasallar, koruyucu özelliklerini kaybedebilirler. Sonuçta ta ahşapta başta çürüme olmak üzere bir takım bozulma ve hasarlar ortaya çıkar.

kaynak: Hakan ÜNALAN, Emrah GÖKALTUN

Vernik, Renklendirici veya Boya seçimi nasıl olmalı-2

2.3. Film Oluşturan Yüzey İşlem Sistemleri

Odun yüzeylerinde film veya katman oluşturan yüzey işlem sistemleri; saydam veya örtücü olamayan ve saydam olmayan veya örtücü olan yüzey işlemleri olarak da iki alt gruba ayrılmaktadır. Bunlar; vernikler, renkli (pigmentli) vernikler, toz renklendiriciler ve boyalar olarak dört tipte piyasada bulunurlar. Oluşturdukları görüntü bakımından; saydam veya renkli vernikler yarı saydam, toz renklendiriciler ve boyalar ise örtücü bir yapı gösterirler. Ancak; genellikle örtücü yapıdaki yüzey işlemlerine farklı miktarlarda eritici-inceltici sıvılar ilavesi ile karışımlarındaki pigment miktarı azaltılarak yarı örtücü bir yapı kazandırılabilmektedir. Özellikle bu tip yüzey işlem tipleri iç koşullardaki mobilyalarda yaygın bir kullanım yeri bulmaktadır.

2.3.1. Saydam Vernikler

Bunlar doğal odun görüntüsünü değiştirmeyen sistemler olup, güneş ışınları etkisindeki dış koşullara dayanıksızdırlar. Genellikle her 1–2 yıl için yeniden yüzey işlemini gerektirirler. Bu bakımdan dış koşullardaki kullanımlar için önerilmezler.

Vernik katmanları güneş ışını etkisi ile kolayca kırılır ve oldukça fazla çatlama ve soyulma etkisi gösterir. Bunlar korunmalı yapılarda veya yapının kuzeyindeki doğrudan güneş etkisine olmayan yerlerdeki kullanımlarda dayanımları önemli derecede artar. Ayrıca korunmuş yerlerde bile en az 3 kat vernik uygulaması önerilir ve odun yüzey işlem öncesi renklendirilebilir su itici bir koruyucu ile işleme tabi tutulmaları gerekir. Pigmentli renklendiriciler ve alt katlardaki macunların kullanımı ile saydam yüzey işlemlerinin dayanımı daha da arttırılmaktadır. Deniz ortamında en iyi performans için odun ve vernik yapısı ve uygulama viskozitelerine göre 3-6 kat vernik uygulanması gerektirirler. 

2.3.2. Pigmentli Vernikler

Bu vernikler ışık ışınını çoğunlukla engelleyen UV radyasyonu kısmen tutan çok ince tanecikli inorganik pigmentli bir yapıdadırlar. Geleneksel saydam cila veya verniklerden daha iyi performans gösterirler ve dış koşullar için yarı saydam yapıdakileri en iyi seçim olabilir. Pigmentli vernikler odunu güneş ışınlarından koruyan yeterli çatı veya saçak yapılarında çok iyi performans gösterirler. Bunların bozunmaları katman veya film oluşturan yüzeylerde ilk olarak çatlama şeklinde oluşur. Bu yüzey çatlakları zamana bağlı olarak yeniden yüzey işlem yapılarak onarılabilir, ancak bu onarımlar az miktardaki görünümü de engelleyerek odunun doğal yapısını tamamen örten bir yapı gösterirler. 

2.3.3. Toz Renklendiriciler

Toz renklendiriciler yarı saydam nüfuz edici renklendiricilerden çok daha fazla pigment bulunduran ve çok çeşitli renklerdeki sistemlerdir. Bunlar tamamıyla odunun doğal desen ve rengini kapatırlar. Toz renklendiriciler (hem yağ hem de lâteks esaslı) daha çok boya gibi katman veya film oluşturmaya eğilimlidirler ve uygulandıkları yüzeylerden soyulabilirler. Hem yağ hem de lâteks toz renklendiriciler boyalara benzerler ve genellikle eski boyalar üzerine veya tamamıyla astarlanmış yüzey üzerine uygulanabilirler. Katman oluşturan herhangi bir yüzey işlem sisteminde olduğu gibi, iyi bir dayanım için 120–130 µm kuru film kalınlığı gerektirirler. 

2.3.4. Boyalar

Boyalar odun için en iyi korumayı sağlayan oldukça fazla miktarda pigmentli film oluşturan sistemlerdir. Bunlar; boya renklerine bağlı estetik gereksinimler, dış etkilerden odun yüzeyini koruma ve bazı odun kusurlarını gizlemek amaçları için kullanılırlar. Ayrıca, kolay temizlenebilir bir yüzey de sağlarlar. Bütün yüzey işlem sistemlerinden boyalar yüzey yıkımlarına (erozyonuna) karşı odunu en fazla koruma sağlarlar ve oldukça fazla çeşitli renklerdedirler. Boyalarda en iyi performans, güneş ışınlarını yansıtması bakımından parlak beyaz boyalar ile sağlanmaktadır.  

Gözenekli olmayan bir boya katmanı rutubetin nüfuzunu engelleyerek odunun çalışması yanında odun ekstraktiflerinin etkisindeki renk solmasını da azaltırlar. Boya bir bitkisel veya hayvansal koruyucu değildir. Koşullar mantar oluşumu için uygunsa odunun çürümesini engelleyici bir yapı göstermezler. 

Boyalar işleme sonucu oluşan odun hücre çeperleri ve boşluklarını doldurmak yanında odunun hücre çeperlerine nüfuz etmezler. Odun deseni yüzeyde film oluşturan boyalar tarafından tamamıyla örtülür. Boyalar, düşük özgül ağırlıktaki türlerden elde edilen radyal kesitli parça yüzeylerinde (az çalışma gösterdiğinden) en iyi performans gösterirler. Boyalar diğer film oluşturan yüzey işlemleri gibi oduna rutubetin nüfuzu ile soyulma veya çatlama gibi kusurlar gösterebilirler.

Lateks boyalar su ile temizlenebilmeleri nedeniyle genellikle kolaylıkla kullanılırlar. Ayrıca gözenekli (poröz) yapıdadırlar ve bu da rutubet hareketini engellemez. Bunların karşılaştırılmasında, yağ esaslı boyalar temizlenebilmeleri için organik solventleri gerektirler ve bazı yağ esaslı boyalar rutubet değişimine dirençlidirler. Önemli miktarda akrilik reçine katkılı lâteks boyalar dış koşullar etkisine çok yüksek düzeyde dirençlidirler. Parlaklıkları yağ esaslı boyalardan daha iyi sürdürürler. Lâteks boyalar genellikle elastik katmanlar oluştururlar. Yağ esaslı boyalar 1 veya 2 yıl içinde parlaklıklarını kaybetmeye ve gevrekleşmeye eğilimlidirler. 

3. Yüzey İşlem

Sistemlerinin Performansı

Yüzey işlemi uygulamalarına ilişkin herhangi bir tartışmada genellikle “Hangi yüzey işlem sistemi kullanılabilir?” sorusu ile karşılaşılmaktadır. Bunun cevabı “Tüm koşullarda kullanılanın en iyi yüzey işlem sistemi olduğu” şeklindedir. Ancak, bunun yerine “Belirli koşullar için uygun yüzey işlem sistemlerinin olduğu ve bununda ürün kalitesine göre değişebileceği” daha uygun bir niteleme olarak belirtilebilir.

Herhangi bir ahşap kökenli üründe yüzey işlemine başlamadan önce sistemlerin genel kaliteleri, yapıları, işlevleri,  uygulanmaları ve dayanımları gibi özelliklerinin bilinmesi ile basitleştirilebileceği bilinmelidir. Böylece yüzey işlem sisteminin uygulama kolaylığı, yüzeylere tutunması, dayanımı ve görünümüne bağlı estetiklik özellikleri seçim için en uygun karar verilebilmesinde etkili olacaktır.

Uygun koşullar altında odun uzun bir dayanım süresine sahiptir. Bir kural olarak, çoğu az katlı ahşap yapılar 100 yıllık bir kullanım süresine göre tasarlanır ve inşa edilirler. Dış koşullardaki su ve iç kaynaklardaki rutubete engel olacak şekilde uygun tasarlanan ahşap yapılar 100 yıldan daha uzun süre dayanım gösterebilirler. 50 yıl gibi uzun bir kullanım sonrası yapının dış cephenin yenilenmesi için önemli bir onarım gerektirebilir. Odun ve odun ürünlerini uygun rutubette yani hava kurusu rutubette tutmak uzun bir kullanım için diğer önemli bir etkendir.

4. Sonuçlar ve Öneriler

İç veya dış ortamlarda odun ve odun kökenli malzemelerin özelliklerinin yeterince bilinmesi gerekmektedir. Buna göre; iyi tasarlanmış ve yapılmış mobilya, doğrama veya ahşap yapılarda uygun yüzey işlem sistemlerinin seçimi ve uygulanması ile dayanımını yıllar boyu sürdürülebilir.

Yüzey işlem sistemlerinin seçiminde birçok etken göz önünde bulundurulmakla birlikte daha çok iç ve dış ortam koşullarına dayandırılmalıdır. Bu bakımdan iç koşullarda odunun doğal yapısını belirginleştiren saydam veya yarısaydam yüzey işlem sistemleri vernikler ve renklendiriciler önerilebilir. Ancak, çok çeşitli renklerin arandığı çocuk veya genç odası vb. mobilyalarda da örtücü yüzey işlem sistemleri boyaların kullanımı daha uygun olabilir. 

Dış koşullarda ise daha çok dayanıklılık gerektiğinden iki bileşikli (iki elemanlı-tepkimeli) örtücü yüzey işlem sistemleri boyalar veya renkli vernikler kullanılabilir. Bunların bağlayıcıya bağlı özellikler Uygun yapım teknikleri ile yeterli koruma sağlanabilen yarı veya tam kapalı doğrama veya yapılarda renklendiriciler ve tepkimeli yüzey işlem sistemleri vernikler birlikte uygulanmalıdır.  Ayrıca, katman kalınlığının arttırılması (2-3 kat) da yüzey işlem performansını arttırmaktadır. 

Genellikle dış koşullarda uygulanan yüzey işlem sistemlerinin bakım süreleri; koruyucularda 1-2,  verniklerde 2-3, renklendiriciler 3-7 ve boyalarda ise 7-10 yıldır. Ayrıca; koruyucular ve renklendiricilerin verniklerle birlikte yaygın olarak uygulanmaları da bu süreleri olumlu yönde etkileyeceği göz önünde bulundurulmalıdır. 

Yüzey işlem sistemlerinin performansında ağaç türü odun karakteristikleri de aynı kapsamda ve bir bütün olarak düşünülmelidir. Buna bağlı olarak çalışması az, yoğunluğu düşük ve doğal dayanıklılığı fazla olan ağaç türü odunları seçilmelidir. Özellikle ahşap yapılarda az çalışma ve yüzey işlem adhezyonunu arttırması bakımından yuvarlak, kare ve dikdörtgen şekilli radyal kesitli parçalar tercih edilmelidir.

Yüzey işlemlerinde odun kökenli malzemelerin rutubetleri ortam denge rutubetinde olmalıdır. Rutubet değişikliklerinin az olması odunun çalışmasını azaltması yanında yüzey işlem sistemlerinin performansını artıracaktır. 

Son yıllarda çevre ile uyumlu su esaslı ve daha yüksek dayanımlardaki nanoteknolojik yüzey işlem ürünleri seçimlerde düşünülmelidir.

Yüzey işlem sistemlerinin seçiminde diğer bir etken de ürün fiyatıdır. Bu da ürün tipi ve kalitesi ilgili olup, oldukça farklılıklar gösterir. Buna göre; katı madde miktarı (reçine, renklendirici vb.) ve örtücülük oranı arttıkça fiyatında artacağı, ancak daha fazla ve eşit katman kalınlıkları sağlanabileceği göz önünde bulundurulmalıdır.  

Çit ve banklar gibi dış mimari tasarımlarında kullanılan odunun kullanım süresi genelde kısa olarak düşünülür. Bunun önemli bazı nedenleri olarak, doğrudan zeminle bağlantıları veya zemine çok yakın yerleştirilmeleri ve yağmur, kar gibi dış koşullar ile yoğun kullanım etkisinde olmaları gösterilebilir.  

Yüzey işlem sistemlerinin çeşitli sıvılara, rutubete, kimyasallara, çizilme, aşınma ve darbelere dayanımları ulusal ve uluslar arası standartlara göre belirlenebilmektedir.

Herhangi bir yüzey işlem tipinin seçiminde; görünüm, koruma, dayanım, uygulama kolaylığı, güvenlik, onarılabilirlik ve uygulanma kolaylığı gibi birçok özellik göz önünde bulundurulmalıdır.

kaynak: Doç. Dr. Abdulkadir MALKOÇOĞLU, Doç. Dr. Turgay ÖZDEMİR, Arş. Gör. Sebahattin TİRYAKİ/KTÜ. Orman Fakültesi, Orman Endüstri Müh. Böl.

Vernik, Renklendirici veya Boya seçimi nasıl olmalı

Giriş

Odun ve odun kökenli malzemelerden yapılan mobilya, dekorasyon, doğrama ve yapılarda hangi yüzey işlem sistemi veya ürünü seçilmelidir? Yüzey işlemleri konusunda uzman olan kişilerin çoğunlukla karşılaştıkları bu soru, mobilya veya benzeri ürünler için en uygun yüzey işlem sisteminin belirlenmesi sorunudur. Bu soru ilk bakışta cevaplanması oldukça karmaşık ve zordur. Ancak, seçimin öncelikli olarak yüzey işlem sistemlerinin yapıları, işlevleri ve uygulanmaları gibi özelliklerinin bilinmesi ile basitleştirilebileceği bilinmelidir. 

Yüzey işlem sistemlerinin ana amacı; odun ve odun kökenli malzemelerden yapılan ürünlerin korunması, estetiklik ve sağlıksal etkiler sağlamaktır. Odun biyolojik bir malzemedir, bu bakımdan bağıl nem ve sıcaklık, güneş ışınları, yağmur,  çiğ oluşumu, bitkisel ve hayvansal zararlılar v.b. gibi ortam koşullarından olumsuz yönde etkilenir. Bütün bunlar ürünlerdeki şekil ve boyut değişiklikleri yanında, bozunarak yapısal direnç kayıplarına yol açarlar. Ürünler estetikliğini kaybeder, kullanılmaz bir duruma gelirler. Özellikle ahşap kökenli ürünlerde ona estetiklik sağlayan odunun doğal yapısından oldukça uzun süre yararlanılmalıdır. Yüzey işleminin diğer bir amacı da herhangi bir ürün veya yapı yüzeyinde toz, kir v.b. yabancı maddelerin tutunmasını zorlaştırmaktır. Böylece ürün yüzeyleri kolayca temizlenebilir ve mikropların barınması engellenerek sağlıksal etkileri iyileştirilebilir.

Belirtilen amaçlar kapsamında mobilya, doğrama ve yapılarda çeşitli yüzey işlem sistemlerinin korumaları veya dayanımları üzerinde durulacaktır. Özellikle, yüzey işlem sistemlerinin dayanımları dış ortam koşullarına dayandırılmakta ve “Bakım Süreleri” olarak ortaya konulmaktadır. 

1.1. Yüzey İşlem Sistemlerinin Genel Sınıflandırılması

Yüzey işlem sistemleri, kaliteleri ve koruma düzeyleri ile ortaya konulabilmektedir. Ancak, aynı yüzey işlem sistemi bile çeşitli tiplerde ve oldukça farklı yapısal özelliklerde olabilmektedir. Genel olarak yüzey işlem sistemleri için farklı sınıflandırmalar yapılmaktadır. Bunlar aşağıdaki gibi belirtilebilir: 

1.         Genel tiplerine göre; boya, vernik, renklendirici

2.         Sistemin işlevine göre; Astar, dolgu, son kat.

3.         Katı madde miktarına göre; Düşük veya yüksek katı maddeli.

4.         Katman veya film yapma etkilerine göre; katman yapmayanlar (Örnek; emprenyeli renklendiriciler, yağlar) ve katman yapanlar (boyalar, vernikler).

5.         Görünüm etkilerine göre; saydam (örtücü olmayan), yarı saydam (yarı örtücü) ve saydam olmayan (örtücü olan) yüzey işlem sistemleri.

6.         Kimyasal yapılarına göre; Alkid, akrilik, selülozik, poliüretan.

7.         Teknolojik yapılarına göre; Su esaslı, solvent esaslı, UV kurutmalı.

8.         Kurutma esaslarına göre; buharlaşma veya fiziksel, oksidasyon veya yarı fiziksel-kimyasal, polimerizasyon veya kimyasal (tepkimeli) kuruyan yüzey işlem sistemleridir. 

9.         Yapısal özelliklerine göre; Elastik, geçirgen, bitkisel veya hayvansal zararlılara dirençli.

10.       Pazar sektör yapısına göre; İç veya dış koşullardaki mobilya ve doğramalar.

11.       Son kullanımlarına göre; Mobilya, doğrama, döşeme

Yüzey işlem sistemlerinde kurutma oldukça önemli bir yer tutmakta ve üç esasa dayandırılmaktadır. Bunlar; buharlaşma, oksidasyon ve polimerleşme ile kuruma olarak belirtilmektedir. Buharlaşma veya fizikler kuruyan yüzey işlem sistemleri yaklaşık % 70 solvent buharlaşması ile kuruyarak % 25-30 katman yapan ve yapısal değişiklik göstermeyen sistemlerdir. Bunlar; gomlak, balmumu, solvent ve su esaslı lakelerdir. Bunların diğer bazı özellikleri aşağıdaki gibi belirtilebilir:


1.         Fazla miktarlarda solvent içerirler ve genellikle oldukça az katman oluştururlar.

2.         Solventleri ile çözülürler, yani katlar birbirini çözer. Buna göre onarımları kolaydır.

3.         Uygulamadaki katlar arasında zımparalamayı gerektirmezler. Zımparalanan yüzeylerde izler görülmez.

4.         Düşük sıcaklık direncine sahiptirler.

Oksidasyonla kuruma; yüzey işlem sistemlerindeki bağlayıcı reçinelerin hem kuruması hem de havanın oksijeni ile reaksiyona girmesi ile sağlanan kurumadır. Yarı fiziksel olup, katlar birbirini etkilemez. Bu tip yüzey işlem sistemleri, yağ ve su esaslıdır.

Polimerizasyonla veya kimyasal kuruyan yüzey işlem sistemleri ise % 0-55 solvent buharlaşması olan ve buna göre % 45-100 katman veya film oluşturan bir yapıdadırlar. Bunlar; poliüretan, polyester ve alkid esaslı yağlar, vernikler ve boyalardır. Bazı özellikleri aşağıdaki gibi belirtilebilir. :  

Yararları:

1.         Az veya hiç solvent içermezler, bu bakımdan fazla katman oluştururlar.

2.         Genellikle katlar birbirini çözmez. Onarımları önceki katların uzaklaştırılmasını gerektirdiğinden zordur. 

3.         Kuruma süreleri kısadır.

4.         Kolay püskürtme ve viskozite sağlanması.

5.         Tabakalar arası zımparalanmayı gerektirirler, ancak zımpara izleri görülebilir. 

6.         Aşınma, ısı, solvent, asit, alkali, su ve su buharı dayanımı çok iyidir.

Sakıncaları:  

1.         Kısa depolama ve sınırlı uygulama süreleri.

2.         Yetersiz ovma özelliği.

3.         Düşük saydamlık. 

4.         Kurumada aşırı formaldehit alerjisi göstermesi.

5.         Yüksek zehirlilik, yanabilme ve hava kirletici yapı göstermesi.

6.         Yüzeylerden uzaklaştırılmaları ve buna bağlı olarak onarımının oldukça zordur. 

1.2. Yüzey İşlem Performansını

Etkileyen Faktörler

Ağaç malzemeler; metal, plastik, beton v.b gibi çoğu yapı malzemelerinin tersine biyolojik bir üründür. Özellikle ahşap ürünü oluşturan her bir elemanın görünümü, özellikleri ve performansı çok farklı olup, buna bağlı olarak onun kullanım süresi dolaylı veya dolaysız birçok faktörle ilgilidir. Bunlardan ağaç türü odunun yıllık halkaları, budakları, lif yapısı, permeabilitesi ve ekstraktifler gibi doğal karakteristikleri dolaysız; kalitesi, kesiş şekli, rutubet miktarı, işlenmeye bağlı yüzey kalitesi, depolama ve bakım gibi üretim karakteristikleri dolaylı faktörleri kapsamaktadır. Odun kökenli ürünün yüzey işlem performansı; ağaç malzemeler,  bunların kullanım yerlerine uygun denge rutubet miktarı, işlenmesi, yapım tekniği ve uygun yüzey işlem sisteminin seçimi ile ortaya konulabilir. 

Herhangi bir yüzey işlemin performansının yeterliliği bu işlemi etkileyen tüm etkenler göz önünde bulundurulduğunda sağlanabilir. Odun kökenli ürünlerde çalışma, yüzey işlem performansını olumsuz yönde etkilenir. Buna göre, genellikle yoğunluğu düşük olan ağaç malzemelerin yüzey işlem performansları daha iyidir. Aynı şekilde ağaç malzeme odunun yıllık halkasını oluşturan ilkbahar ve yaz odunlarından düşük yoğunluktaki ilkbahar odunu yüzey işlem sistemlerini daha iyi tutar. Yüzey işlemini etkileyen diğer etkenler ağaç malzeme odunun kesit ve kesiş şekilleridir. Bunlardan daha az çalışan radyal kesitli parçalar teğet kesitlere göre (T=2R), yuvarlak parçalar kare ve dikdörtgen şekilli parçalara göre daha iyi performans gösterirler. 

2. Yüzey İşlem

Sistemlerinin Çeşitleri ve Yapısal Özellikleri

Yüzey işlem sistemleri çok farklı tip veya çeşitlerde üretilmektedir. Bunların yapısal özellikleri üretici firmaların formülleri ile yakından ilişkili olup, performanslarında önemli bazı farklılıklar gösterebilir.

Yüzey işlem sistemleri; yağlar, cilalar veya vernikler, renklendiriciler ve boyalar olarak dört sınıfta toplanabilir. Çeşitli yüzey işlem tipleri farklı koruma düzeyleri, uygulama ve onarım kolaylığı,  dayanım ve estetiklik gösterirler. Bunun yanında hiçbir yüzey işlem sistemi bu özelliklerin tümünü yapısında bulundurmaz. Birinin iyi özelliği diğerinde olmayabilir. Bu bakımdan bir yüzey işlem sisteminin seçiminde üretilen ürünün ticari olarak seçimi de önemli bir yer tutmaktadır.

Yüzey işlem sistemlerinin her biri farklı tip veya çeşitlerde üretilmektedir. Bu kapsamında yüzey işlem sistemlerinin genel sınıflandırmaları veya çeşitleri üzerinde durulacaktır.  

2.1. Oduna Nüfuz Eden Yüzey İşlemleri

Bu tip yüzey işlemleri odun yüzeylerinde bir film veya katman oluşturmayan doğal yüzey işlemlerinin önemli bir kısmını oluştururlar. Birçok faklı sınıflandırmaları yapılırsa da genellikle yağlar, saydam veya örtücü olmayan, hafif veya az renklendiricili ve pigmentli veya yarı saydam sistemler olarak dört yaygın tipte üretilmektedirler.


2.1.1.Yağlar

Çoğu nüfuz edebilen yağ veya yağ kökenli yüzey işlem sistemleri dış ortamlardaki kullanımlarda odun yüzey işlemleri için uygundur. Bunlar doğal olup, en yaygın olanları bezir yağı ve odun (Çin ağacı) yağıdır. Bununla birlikte, odun mantarları için bir besin kaynağı ortamı sağlayabilirler. Bu nedenle bir mantar koruyucu ile formüle edilmezlerse dış koşullar için önerilmezler. Yağların bir su itici ile yapılandırılmaları performanslarını artırır. Ortalama dayanım süreleri 1–3 yıl arasındadır.


2.1.2. Doğal veya Saydam Yüzey İşlem Sistemleri

Bunlar, su iticili doğal yüzey işlemleri gibi kullanılabilen balmumu, reçine veya kuruyan yağlardır. Ancak bir mantar koruyucu içeren su iticilerden farklıdırlar. Geleneksel olarak terepantin veya mineral alkol esaslı solvent yanında günümüzde daha çok su esaslı yapılarda üretilmektedirler.

Su esaslı nüfuz edebilen saydam yüzey işlemlerinin birçok çeşidi vardır. Genellikle yapay polimerlerin sudaki eriyikleridir. Polimerler oduna özellikle yüzeylerine çok iyi nüfuz edemezler, fakat yüzey özelliklerini değiştirebilirler. Polimer macun gibi yüzeyi kaplayarak bir miktar su itici özellik sağlarlar. Yapıları; UV stabilizatörler, su iticiler, mantarlar ve renklendiriciler gibi birçok katkı maddelerini içerebilir.

Nüfuz edebilen yüzey işlemleri solventli sistemlerde olduğu gibi parafin yağı kullanılarak elde edilebilir. Bunlar solventli yapıları ile oduna nüfuz edebilirler ve yağ suyun nüfuz etkinliğini azaltıcı bir etki yapar.

Su iticili koruyucular, odunların doğal görüntüsünü çok az değiştirerek diş koşullar etkisindeki odunu korurlar. Genellikle ağaç türleri renklerinde parlak, açık sarı veya kahve renklerde üretilirler.

 Uygulandıkları yüzeylerde çarpılma ve çatlamaları önleyici, tahtaların kenar ve uçlarında ise suyun nüfuzunun etkinliğini azaltarak mantar oluşumunu engelleyici bir yapıdadırlar. Bunlar ilk uygulandıklarında odunu 1-2 yıl, sonraki uygulamalarla dış ortamların etkisindeki ahşap malzeme tahtaların daha fazla yüzey işlem maddesi nüfuz etmesi nedeniyle koruma süreleri 2-4 yıl kadar artabilir.  

2.2. Renklendiriciler

2.2.1. Az Renklendiricililer

Bu sistemler geleneksel su esaslı herhangi bir renklendirici pigment miktarı çok az veya azdır. Bu yapıları renklendirici miktarının artması ile dayanımı arttırıcı, ancak görünüm bakımından az veya çok örtücü etki gösterir. Bu nedenle yüzey işlemi uygulaması odunun doğal rengini çok az değiştiren etki yanında, UV stabilizatörleri gibi diğer katkı maddelerini içerirler. Yapıları su veya su esaslıdır. 

Renklendirme etkileri, boya ve toz halindeki pigmentlerle sağlanabilir. Her ne kadar nüfuz edici yüzey işlemleri olarak bilinirlerse de, günümüzdeki sistemlerin çoğu odun yüzeylerinde çok az katman oluşumu gösteren yapıdadırlar. Saydam yüzey işlemlerinde olduğu gibi bunlarında dayanımı oldukça sınırlıdır. UV stabilizatörler ve toz halindeki pigmentlerle dayanımları arttırılsa bile, düşük oranda renklendirici içeren yüzey işlem sistemleri UV bozunmayı durdurabilecek yeterli pigmenti içermeyen sistemler olarak kabul edilmektedirler.

2.2.2. Yarı Saydam Renklendiriciler

Organik olmayan pigmentlerin su iticili koruyucu sıvılarla karışımları ile elde edilirler. Nüfuz edebilen pigmentli renklendiriciler olarak da adlandırılırlar. Odunun doğal yapısına uygun renkleri genellikle tercih edilir. Yüzey işlemi sistemine pigment ilavesi renk stabilizesine katkı sağlar ve dayanımı arttırır. Fakat bu tür sistemlerde pigment kısmen odunun renk ve desenini bir miktar gizlediğinden daha az doğal görüntü oluştururlar. Bunlar dış koşullarda su itici sistemlerden çok daha dayanıklı ve koruyucu etki gösterirler. Bu renklendiriciler odunun rutubet değişimini engelleyerek yavaşlatırlar. 

Oldukça fazla bir çeşitlikte odunu koruyucu yapıdadırlar. Bunun en önemli nedeni renklendiricilerdeki pigment miktarının önemli miktarlarda değişkenlik göstermesidir. Bu da UV bozunmasına karşı koruma ve odun yüzeyini doğal görünümünü örtmede farklı etkiler sağlar. Yüksek pigment miktarı dış ortamlardaki hava etkilerine karşı korumayı arttırıcı, fakat odunun doğal görünümünü de gizleyen olumsuz bir etki yapar. 

Su esaslı yağlı yarı saydam nüfuz edici renklendiriciler oduna nüfuz eden bir yapıdadırlar ve boyalar gibi bir yüzey işlem filmi oluşturmazlar. Sonuç olarak, odunda rutubet değişimi olması durumunda bile kanama (boya sızması) veya soyulma etkisi gibi kusurlar göstermezler.

Nüfuz eden renklendiriciler alkid veya yağ esaslıdır ve bir kısmı su iticili kadar bitkisel veya fungusid içerebilir Orta derecede pigmentli lateks esaslı (su bazlı) renklendiriciler olarak da piyasada bulunurlar, fakat yağ esaslı renklendiriciler kadar oduna nüfuz etmezler. Bazıları lâteks esaslı yağ modifiyelidir (yağ reçinelidir). Bu yapıları modifiye olmayanlardan daha iyi nüfuz etkisi gösterirler.

Yarı saydam renklendiriciler kereste veya soyma kaplamalardan üretilen kontrplaklar üzerinde daha etkilidir. Bunlar düzgün veya az pürüzlü yüzeylerde de kullanılabilirler, ancak pürüzlü yüzeyler ile karşılaştırıldığında  % 50’den daha az dayanım gösterirler.

Renklendiriciler çok çeşitli renklerde üretilebilirler. Öncelikle kahverengi veya kırmızı toprak renk tonlarında odunda daha doğal veya kırsal (rustik) görüntüler oluşturduklar için daha çok tutulurlar. Bunlar dış koşullar etkisindeki odunlar için çok iyi yüzey işlem sistemleridir. Yarı saydam renklendiriciler toz renklendiriciler veya eski boyalar üzerine uygulandığında etkili değildirler.

Bu nedenle, uygulandıkları odun yüzeylerinde ince katmanlar oluşturarak yıllar sonra pul şeklinde parçalanarak bozunmaya eğilimlidirler. Yüzey yeniden işleme tabi tutulduğunda, sonraki katmanı ve odunun doğal görünümünü engelleyerek, katman oluşturan yüzey işleminin sağladığı iyi performansı göstermezler. Su esaslı yarı saydam renklendiriciler genellikle yüzeylerden soyularak koparlar. Günümüzde bu tip sistemler yağlar ve alkidler ile modifiye edilmiştir. Yağ yüzeye nüfuz eder, böylece yüzey işlem performansını arttırır. Bunların yapılarındaki iyileştirme çalışmaları sürdürülmektedir.

kaynak: Doç. Dr. Abdulkadir MALKOÇOĞLU, Doç. Dr. Turgay ÖZDEMİR, Arş. Gör. Sebahattin TİRYAKİ/KTÜ. Orman Fakültesi, Orman Endüstri Müh. Böl.

 

Ahşap Pergola Tasarımları

AHŞAP PERGOLA / PERGOLE

Pergola, belirli bir hat boyunca yanlarına sütün ya da direkler dikilerek, üstü ahşap latalar, ahşap panjurlar, farklı tekstil malzemeleri ile ya da sarmaşık bitkilerle donatılmış gölgeli alan, yürüyüş yolu ya da geçittir. Sözcüğün kökeni, Latincede saçak, suyolu anlamına gelen pergula ifadesine dayanmaktadır. Avrupa dillerine İtalyanca vasıtasıyla girmiş ve bugünkü anlamını kazanmıştır. Ülkemizde pergole adıyla anılmasına karşın bu kullanımın yanlış olduğu ifade edilebilir. Günümüzde her geçen gün talebi artmakta olan pergolalar farklı ağaç türlerinden yapılmaktadır. Anadolu’da bu tür yapılara gölgelik adı da verilmektedir.

Pergola ürünü; yapılara veya binalara bağlanmış olan ya da bağımsız olarak tek başına yükselen, çatısında sıvı izolasyonu bulunmayan gölgelik oluşturmak maksadıyla yapılan farklı çatı şekilleri ve malzemelerine sahip yapıları temsil etmektedir. 

Pergola ürünlerimiz genellikle ithal çam ağaçlarından imal edilmektedir. İsteğe göre özel Afrika ağaçlarından da (sapelli, ıroko, vb.) yapılmaktadır. Fırınlanmış olarak nem oranının %12-16 arasında tercih ettiğimiz ithal çam ağacı isteğe göre kahverengi ve yeşil emprenye edilerek ağacın mantar ve böcek istilasına karşı uzun yıllar koruyucu görev görmesi sağlanır. Ayrıca en iyi ahşap dış cephe boyalarıyla da istenilen renkte boyanıp ahşabın UV ışınlarından ve olumsuz hava koşullarından uzun yıllar korunması sağlanır.

Pergola ürünlerimiz istenilen ebatlarda özel proje ve tasarım çalışması yapılarak, müşterilerimizin beklenti ve isteklerine en uygun koşullarda sunulmaktadır.

Pergola malzemelerimiz, müşterilerimizin istekleri doğrultusunda tasarımlarına uygun olarak atölyede hazırlanır. Yerinde montajı yapıldıktan sonra son rötuş boyası yapılır.

Pergola ürünlerimizi korkuluklu veya korkuluksuz olarak, ya da oturaklı veya oturaksız olarak tercih edebilirsiniz. Söz konusu korkuluk veya oturak modellerini tüm ürünlerimizde kullanılan veya tarafınızdan beğenilmiş olan farklı kaynaklardaki korkuluklardan tercih edebilirsiniz.

Pergola ürünlerimizi seperatör veya payanda gibi farklı direk elemanları ile tercihinize göre kombine edebilirsiniz.

Pergola ürünlerimizin çatı özellikleri; isteğe ya da projeye göre farklı mertek dizilimleri ile tercih edilebileceği gibi, merteklerin üzerine farklı türde kumaş uygulamaları yapılabilir. Ayrıca mertek aralarına panjur sistemi yapılarak farklı tasarımlar da elde edilebilir. Farklı mertek dizilimleri tercihi ile sarmaşık tarzı bitkilerin uygulanması ile gölgelik alanları oluşturulabilir.

Pergola ürünlerimiz ister evinizin ister villanızın isterseniz işyerinizin bahçesine kurulumu yapılabilir. Pergolaların zemin montajı ister beton üzerine isterseniz toprağa kazık çakma yöntemiyle zemini ahşap olarak yapılabilmektedir. Beton üzeri pergolaların da isteğinize göre zemini ahşap kaplanabilmektedir.

Pergola ürünlerimizi tarafımızdan sunulan aksesuarlar ile kombine ederek de tercih edebilirsiniz.

Sektörel Makale: Türkiye’de Mobilya Tasarımı ve Sektörün Durumu ile İlgili Bir Çalışma

Yüzyıllardır değişime uğrayan, farklı kültürler için, farklı formlara giren mobilya, ait olduğu her dönemde sürekli değişim göstermektedir. Bu gibi değişimler, sosyal nitelikler, yabancı kaynaklı üretimler diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de mobilya sektörünün gelişimi üzerinde etkin rol oynamaktadır. Bu anlamda, mobilya sektöründe teknoloji, yabancı üretim, ekonomik krizler, taklit üretim gibi konular sağlıklı bir çizgiye oturtulamadığı için mobilya sektörünün gelişimine engel oluşturmaktadır. Firmaların tasarım ve tasarımcı kavramlarına önem vermesi, sektörün gelişimi için gereklilik olmaktadır. Bu bağlamda, tasarım kavramına verilen önemin yerine oturmaması ve tasarımcı eksikliği dikkate alınarak çalışmada Türkiye’de mobilya tasarım ve sektörünün bulunduğu durumun irdelenmesi amaçlanmaktadır.

Giriş
1980’lerin başından itibaren, serbest pazar ekonomisinin benimsenmesi beraberinde rekabet ortamını, ürünlerde çeşitliliği, kültürel ve ekonomik sorunları gündeme getirmiştir. Dışa açılma ile başlayan değişimler, her alanda olduğu gibi mobilya sektöründe de kendini hissettirmiştir. Konut talebinin artması, büyük ölçekli firmaların örgütlenmesi konut tiplerine göre mobilya üretiminin söz konusu olmasını sağlamıştır. Teknoloji, tüketim, küreselleşme ve kentleşme kavramları birbirini takip ederek büyümüş, 1980’li yıllarda dünyada yaşanan değişimler, Türkiye’yi de etkisi altına almıştır. Dışa açılım, mobilya sektöründe büyük değişimlere sebep olmuş, yeni ürünlerin sosyal yaşama girmesi, çeşitli ithal ürünlerin yanı sıra tüketicinin de bilinçlenmesini sağlamıştır. Günümüz Türkiye’sinde ve değişen dünya koşulları içinde yaşanan olaylar, mobilya sektörünün gelişimine büyük oranda yansımıştır. Bu doğrultuda çalışmada, Türk mobilya sektörünü değişim süreçleri ile ele almak, sektörün yaşadığı sorunları ortaya koymak doğrultusunda, tasarım-tasarımcı kavramının önemi ve Türk mobilya sektörünün bulunduğu durumun irdelenmesi amaçlanmıştır.

1. Türkiye’de Mobilya Tasarımı

Tasarım, insan duyuları ile algılanabilen, çeşitli unsur veya özelliklerin oluşturduğu bir bütündür. Tasarım, kendisini etkileyen faktörler dikkate alınarak yapıldığı taktirde ürünü daha cazip hale getirip tüketici davranışlarına yön vererek onun ihtiyacını karşılar, rekabeti geliştirir. Değişen yaşam biçimleri, ihtiyaçların çoğalmasına neden olur. Bu ihtiyaç zamanla bir takım yeniliklerin insan hayatına girmesini sağlar ve zamanla artan ihtiyaçlar, teknoloji kavramını bir gereklilik haline dönüştürür. Bu gereklilik, eğitim, kültür, ekonomi, sosyal yaşam gibi etkenlerle bir araya gelerek mobilya seçiminde de etkili olmasını sağlar.

Bu anlamda yüzyıllardır farklı kültürler için, farklı formlara giren mobilya, önemli bir gereksinim haline gelmiştir. Türkiye’de ise küreselleşme süreciyle birlikte önem kazanan mobilya tasarımı, birçok mobilya firmasının sektöre girmesine sebep olmuştur. Dışa açılma, teknolojik yeniliklerin ülkeye girmesi daha esnek bir yaşamın söz konusu olması, dış ticaretin artması, mobilya firmaları arasına rekabeti sokmuştur. Zamanla makine endüstrisinde yaşanan gelişmeler, mobilya endüstrisine yansımış, ortaya çıkan olgular, modern kavramının doğmasını sağlamıştır. Bu doğrultuda mobilya, sosyo-kültürel etkilere bağlı olarak gelişim göstermiş, günümüzde mobilya kavramına modern olgusu da eklenmiştir. Modern mobilyanın oluşumunu etkileyen en önemli unsur olan endüstri, toplum yaşamında büyük bir değişiklik yaratmış, mobilya sanayisini derinden etkilemiştir. Günümüzde teknolojinin gelişmesi, toplumsal yaşamdaki ekonomik, kültürel değerler doğal olarak mobilya tasarımı ve tüketimini önemli seviyede etkilemiştir.

Değişen gelenekler, rahat bir yaşamı dolayısıyla mekânların tasarım ağırlıklı yerleştirilmesini gerektirmiş, mobilyanın tüketici imkânları doğrultusunda, günün modasına uygun biçim kazanmasını sağlamıştır. Mobilya tasarımını etkileyen sosyal nitelikler, Türk mobilya tasarımında çok fazla kendini gösterememiştir. Bu doğrultuda tasarım, yeni bir kullanım biçiminde ortaya çıkan, yeni malzeme, teknoloji ile kendinden bahsettiren bir unsur haline dönüşmüştür. Dolayısıyla tasarım, kopyalama ve yeniden tasarlama fikirleri ile (taklit ve özgün) iki şekilde karşımıza çıkar. Türk mobilya sektöründe de tasarımın iki şekilde görülmesi, tasarımcılara duyulan gereksinimin yerine oturmamasından kaynaklanmaktadır. Tasarımda taklidin sıklıkla tercih edilmesi Türk mobilyasının özgün tasarım imajını uluslararası platformda rekabet edebilecek düzeye getirememektedir. Özgün tasarım, ürünün yeni olmasıdır. Yenilik, yeni ürün, mal ve hizmet üretiminde kullanılan yenilik ya da geliştirilmiş bir yöntem haline dönüştürmek, teknolojik yenilik ise yapma/yaratma süreci, mali ve ticari etkinliktir. Taklit, var olan bir ürün üzerinde değişiklikler yaparak sektöre sunmaktır. Bu anlamda Türk mobilya sektöründe, standartların oluşturulması, markaların yaratılması taklit üretimin önüne geçebilmek için önemli gereksinimler olmaktadır. Mobilya firmaları, tasarım kavramına mecbur kaldıklarında standart getirmekte, tasarımı taşıyabilmeleri, rekabetçi olabilmeleri tasarım adına büyük önem taşımaktadır. Rekabetin en önemli unsuru özgün tasarımlar yaratabilmektir. Özgün tasarım, ortaya çıkarılacak tasarım üzerinde yeni bir kültür yaratmak, oluşabilecek sorunlara çözümler bulabilmektir. Bu doğrultuda mobilya sektörünün özgün tasarım konusunda bilgilendirmek, rekabeti arttırıcı çözümler üretebilmek gerekmektedir.

2.Türkiye’de Mobilya Sektörü

1980’lerde yaşanan sosyal, siyasal, ekonomik ve teknolojik değişimler sektörü etkileyen kavramların kabul görmesine, kent ve konut mekânında farklılaşmalara neden olmuştur. 1980’lerde yaşanan bu olaylar, 1990’lı yıllarda küreselleşme etkileriyle biçim kazanan mobilya sektörünün oluşumuna imkân vermiştir. Konut üretiminin ve konut tipolojilerinin artması mobilya sektöründeki yönelimin de konutlara göre olmasını sağlamıştır. Türk mobilya sektöründe, dışa açılma ile başlayan kendini yenileme ihtiyacı özgün ürün tasarımı gerekliliğini ortaya çıkararak, benimsenmesini zorunlu kılmıştır. Özellikle günümüzde özgün tasarım kavramı ile şekillenmeye başlayan mobilya tasarımları bir anlamda sektörü hareketlendirmeye başlamıştır.

Tasarım, hedef pazarın beklentileriyle uyumlaştıran, bu beklentileri geliştiren, bir yandan da ürünü pazardaki diğer ürünler arasında seçilebilen niteliklerle donatan bir etkinliktir. Bu nedenle ürünün pazarda, toplumda ve kültürel ortamlarda benimsenmesini, kabul görmesini sağlayan bir kimliklendirme aracı aynı zamanda önemli rekabet faktörüdür. Dolayısıyla özgün bir tasarım, tasarım kalitesini, ulusal ve uluslararası ölçekte rekabeti arttırır, sektöre ivme kazandırır. Tasarım kalitesini mobilyanın kimliği ve kalitesini arttırdığı gibi ülkelerin uluslararası platformda imajını ve yerini sağlamlaştırır.

Türkiye’de mobilya sektörü, geleneksel yöntemlerle çalışan atölye tipi, küçük ve orta ölçekli isletmelerden olmasına rağmen, son yıllarda küçük ölçekli isletmelerin yanı sıra orta ve büyük ölçekli isletme sayısında artış göstermiştir. Özellikle 2000 yılı sonrası dış pazara yönelik konut üretimi, hızlı üretim yapabilmek adına taklit olarak gelişmiş, özgün tasarım olgusu tercih edilmemiştir. 2005 yılı rakamlarıyla %8’lik büyüme ile en hızlı büyümeyi gerçekleştiren mobilya sektörü genellikle iç piyasaya dönüktür. Büyük işletmelerin sektöre girmesiyle hem iç pazara hem de dış pazara yönelen mobilya sektöründe faaliyet gösteren işletmelerin bir kısmında sipariş üretimi yapılırken büyük bir çoğunluğunda talep üretimleri (yatak odası, oturma odası vb. gibi) gerçekleştirilmektedir.

Sakarya ve Canlı, Türk Mobilya sektörünün Güçlü ve Zayıf Yönlerini(Swot Analizi) şu şekilde belirtmektedir:

Güçlü yönler: büyük ölçekli firmalar, işgücü potansiyeli, malzeme çeşitliliği, mobilya üretim potansiyeli.
Zayıf yönler: organizasyon eksikliği, devlet desteği yetersizliği, finans yetersizliği, kalifiye eleman yetersizliği, mesleki eğitim yetersizliği, tasarım eksikliği, yüksek hammadde maliyetleri, yenilik yaklaşımı azlığı, uluslararası standartlar.
Fırsatlar: Türkiye’nin stratejik konumu, globalleşme, yeni pazar arayışları, fason üretim arayışları, Avrupa’daki tüketim nüfus, bilgi teknolojisi, üretimdeki artış, tasarımın kullanımı, markalı ürünler, reklam, etkili iletişimin oluşumu/kullanımı.
Tehditler: 3. dünya ülkelerinde yapılan çok düşük maliyetlerle üretim, Çin, düşük standartlar, sosyal yapı, yavaş değişim ve yenilenme, AB’ye ihracatta yüksek/düşük maliyet, AB pazarındaki doyumluluk, tasarım eksikliği (kopyalama), büyük ölçekli firmalar.

Swot analizi doğrultusunda, kalite kontrol, standartlaşma, markalaşma, sermaye, hammadde, teknoloji, teknik bilgi, eğitimli personel, tasarım ve tasarımcı eksikliği mobilya sektörünün verimini etkileyen faktörler olduğu görülmektedir. Bu etkenlere verilecek destek ve bu etkenlerin iyileştirilmesi sektörün daha iyi yapılandırılmasına imkân sağlayacaktır.

3.Türkiye’de Mobilya Tasarımı ve Sektörün Durumu

Türk mobilya sektörünün, tasarım kültürü oluşturabilmesi için sektördeki yapısal problemleri çözmesi gerekmektedir. Türkiye’de büyük firmaların tasarım bölümlerinin yanı sıra bireysel tasarım yapan, kendi çabalarıyla bir yere gelen tasarımcılar da sektöre ürünlerini sunmaktadır. Dünya standartları ve gelişen dünya teknolojisi, taklit üretimi zorlaşmakta ve günümüz tüketici profili bilinçlenerek özgür ürünler istemeye başlamaktadır. Buna rağmen, Türk mobilya sektörünün taklit eden sektörler arasında yer alması, ilerlemek için büyük yatırım yapan firmalara engel oluşturmaktadır. Bu anlamda, aslında Türk mobilya sektörü, geçmişten günümüze büyük ilerleme kaydetmiştir. Bu ilerleme ile sektörde yaşanan sıkıntıları yok sayamamış, uluslararası pazara sorunlarını aşıp açılamamıştır. Sermaye giriş-çıkışları ve mali piyasaların tam olarak özgürleşmesine rağmen imalat sanayisi, nüfus artışı, yüksek oranlı enflasyon sürerken, iç talep yetersizliği ile büyüme hızı yavaşlamış, iç piyasa önemli ölçüde ithal mallara yerini kaptırmıştır. Bir anlamda yabancı firmaların ürünlerinin ülkeye girmesi, rekabet ortamının doğmasına neden olmakla birlikte müşterinin kaliteli ürünlerle tanışmasına sebep olmuştur. İthalatın ve teknolojik gelişmelerin hızla ilerlemesi, sektörü önemli derecede geliştirmiş, ürün tasarımlarında yaşanan sorunlar, sağlıksız yapılanan ve ilerleyemeyen sektöre neden olmuştur.

Türkiye’nin tasarım konusunda önemli sorunu, rekabeti oluşturacak özgün tasarım koşullarını sağlayamamasıdır. Tasarımın varlığı rekabet yarışının artmasına bağlıdır. 1980’lerin sonlarından itibaren yaşanan piyasa sorunları, dışa açılma gibi gelişmeler, Türk tasarımını, sektörde rekabetçi olmaya zorlamıştır. Bu zorlama, özgün tasarım, marka olma ve standartlaşmanın önemini sektör tarafından algılanmasını sağlamıştır. Türk mobilya sektöründe tasarımın önemini anlayabilen imalatçı sayısı oldukça azdır. Birçok firma, yabancı firmaların kataloglarını kopya etmekte, ürün tasarımına yapılacak yatırım engellenmektedir. Bu nedenle, büyük firmalar arasında, ürün benzerliği nedeni ile davaların açıldığı izlenmektedir. Taklit ürünlerin, orijinallerine oranla, daha ucuza mal olması, tüketicinin dolayısıyla üreticinin bu ürünlere yönelmesini sağlamaktadır. Ürünün talep doğrultusunda artması, taklit üretiminin devam ettiğini bir anlamda kolay üretim adına özgün tasarımın tercih edilmediğini göstermektedir. Buna rağmen, sektörün bilinçlenmeye başladığı son yıllarda, kendine yer edinen sayılı firma, ürün tesciline önem vermektedir. Bu doğrultuda, markalaşma ve özgün tasarım, son dönemlerde mobilya sektörünü ilgilendiren önemli kavramlar haline dönüşmektedir.

Sonuç

Türkiye’de mobilya tasarımı ve sektörünü sağlıklı bir çizgiye oturtmak, uluslararası platformda yer edinebilmek, akım haline getirmek, yarını için amaç haline dönüştürmek gerekmektedir. Türk mobilya sektöründe tasarımcılara duyulan ihtiyaç yerine oturtulmadıkça, firmaların yabancı üretim ve tasarımcıları desteklemeleri son bulmadıkça taklit üretim Türk mobilya sektörünün gerçeği olmaya devam edecektir. Bu anlamda, standartlara uygunluk, işgücü, tüketici talepleri, teknolojik yenilikler dikkate alınarak rekabet edebilme seviyesine gelinebilmelidir. Kendi kültürünü okuyup yorumlayabilmek, geleceğe geçmişten gelen kültürü yansıtabilmek adına özgün tasarımlar geliştirilmeli, yerli üretim, üretici ve tasarımcılar tercih edilmelidir. Günümüzde sayılı tasarımcımız uluslararası platformda kendi çabalarıyla Türk tasarımı adına ürünler verebilmektedir. Yeni fikirlerin ortaya çıkarılması adına bireysel tasarım yapan tasarımcılara gerekli destek sağlanmalıdır.

Bu anlamda Türkiye’de mobilya sektörünün gelişimi için;

• Özgün tasarım; kendine özgü, kaliteli ve teknolojik tasarım fikirleri yaratılmalı,
• İmaj; güven, devamlılık, kaliteli, talep beklentilerini karşılamak, standartlaşma, marka yaratma, özgün tasarım konularında imaj yaratılmalı,
• Eğitim; yeni okullar, devlet desteği, teknolojik imkânların arttırılması, yeni teknoloji, eğitimli eleman, eğitilmiş iş gücü arttırılmalı, uluslararası platformda sektörün tanıtımı yapılmalı, yarışmalar düzenlenmeli, tasarım kültürüne önem verilerek tasarıma teşvik sağlanmalıdır.
Bu doğrultuda, Tasarımı evrensel boyuta getirerek, paylaşarak, özgün tasarım fikirleri yaratılmalıdır. Tasarım, rekabeti arttır, markalaşma olgusunu sağlamlaştırır. Tasarım olgusunun yeni oluşmaya başladığı Türkiye’de kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden firmaların faaliyet alanları geliştirilmeli, özgün üretime yönelmeleri sağlanmalıdır.

kaynak: Serpil ÖZKER Yrd.Doç., Doğuş Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi İç Mimarlık Bölümü/ www.mobilyadergisi.com

Doğa, Su ve İnsan-2

İnsan ve Kent

Kentleri insan nüfusunun yoğun olarak yaşadığı mekânlar olarak tanımlamak mümkündür. Kentler tarihin farklı aşamalarında yaşadıkları değişimlerle günümüzdeki durumlarına gelmişlerdir. Tarihsel aşamaların hassasiyetlerine göre kentler farklı kullanım ve yerleşim planlarına sahip olmuşlardır. Örneğin, ortaçağ döneminde savunma ihtiyaçları nedeniyle dışa kapalı, askeri gerekliliklerin önde olduğu, duvarların ardında ve hendeklerle çevrili bir karakterdeyken; barutun bulunmasıyla kent duvarları ve kaleler koruma işlevini yitirmiş, kent siluetinden kaybolmuş ve yerlerini açık alanlara bırakmışlardır. Bu bakımdan kent ve açık alanlar arasında değişen bir ilişkinin olduğu savunulabilir.

Güneş (2010), Hatt ve Reiss’a dayanarak; tarihsel olarak kentlerin ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı ve geliştiğini kesin bir biçimde ortaya koymanın güç olduğundan bahseder. Bu güçlüğün birinci nedenini antik kentler hakkında arkeolojik çalışmalara dayanan bilgilerin büyük oranda eksik olmasına bağlamaktadır. Bütün tarihsel dönemlerdeki ve farklı coğrafyalardaki kentlerin eşit bir şekilde incelenmediğini söyleyen araştırmacı, doğu toplumlarında yer alan kentler hakkında bilinenlerin batı uygarlığındaki antik kentler hakkında bilinenlerden daha az olduğundan yakınmıştır (Güneş 2010). Bütün bunlara rağmen kentlerde günümüzdeki kullanımlar bile, geçmişteki kullanımlara dair ipuçları verebilmektedir.

Geçmişin koşulları doğrultusunda kurulan birçok kent yeni oluşumlara gösterdikleri adaptasyon ölçüsünde ayakta kalabilmiştir. Ancak yine de kentlerin tarihi, kentlere değer katmasının yanında çözülmesi güç sorunları da beraberinde getirmektedir. Kentlerin; eski dönemden kalan bir organizasyon ve işleyişe sahipken, aşırı nüfus artışı nedeni ile yeni oluşan koşullara adapte olması zaman almıştır. Bazı mekânsal sıkıntılar ile yüz yüze kalan kentler yeni dönemin koşullarına uygun çözümler aramak ve bu çözümleri idealize etmek zorunda kalmışlardır.

Örneğin yaşanan yoğun göç, konut sıkıntısını doğurmuştur. Bunun yanında yaşanan teknolojik atılımlar, yeni üretim merkezlerinin açılmasına, yeni üretim biçimlerinin oluşmasına ve yeni iş kollarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Eskiyen ve eskide kalan üretim merkezleri terk edilerek, hayalet yapılar ve ıssız mekânlar halini almışlardır. Diğer taraftan üretimin en büyük girdisi olan doğal kaynak kullanımı ise had safhaya ulaşmış ve doğanın yoğun kullanımı beraberinde birçok sorunun oluşmasını tetiklemiştir.

İnsanlar oluşan bu yeni dönemde, geleneksel yerleşim biçimlerinin dışında yeni dönemin yarattığı koşullar altında yoğun ve düzensiz bir yerleşim geleneğinin esiri olmuşlardır. Yoğun nüfusun etkisi altında, arsa fiyatlarının artışı da yerleşimde pragmatik bir anlayışın benimsenmesine neden olmuştur. Bu pragmatik anlayış, insanın rutinler içinde sıkışarak, kendine ve çevresine yabancılaştığı bir ortam yaratmıştır. İnsan ruh halindeki değişim, suç oranlarındaki yükselme, bu genel sıkıntının bir dışavurumudur.

Zizek’e (2008) göre dünyada yaşanan ekolojik krizin önemi ne kadar vurgulansa azdır. Kriz, sadece yarattığı fiili tehlike yüzünden, yani sadece insanın hayatta kalıp kalmaması söz konusu olduğu için önemli olmayıp “doğa”ya dair günlük kavrayışımızı ve algılarımızı sorguladığı için de tartışılmalıdır. Ekolojik krizlere karşı bireylerin farklı tepkileri bulunmaktadır. Zizek, bu tepkileri başlıca üçe ayırmaktadır. Birincisi, ekolojik krizi tam anlamıyla ciddiye alma isteksizliği içinde bulunanların geliştirdiği, “meselenin fena halde ciddi olduğunu gayet iyi biliyorum; ama yine de buna inanmıyorum, bunu simgesel evrenime dahil etmeye hazır değilim ve bu yüzden de ekolojik sorunların günlük yaşamıma etkisi olmayacakmış gibi davranmayı sürdürebilirim” düşüncesidir. Ekolojik krize verilen diğer bir tepki ise takıntı düzeyindedir. Kişi; “eğer ben bunu yapmazsam korkunç bir felakete neden olacak” diye düşünür. Üçüncü tür tepki ise, ekolojik krizin anlamının “doğayı acımasızca sömürüşümüz, doğayı kullanılıp atılan bir nesne ve malzemeler temin ettiğimiz bir depo muamelesi yapmamız yüzünden verilen bir ceza” olduğu düşüncesini taşıyanların verdiği tepki türüdür. Sadece bu üçüncü türde tepki verenlerin çıkardığı ders, doğanın parçası olarak yaşamamız, kendimizi onun ritimlerine uydurmamız, onun içinde kök salmamız gerektiğidir. Lacancı bir yaklaşımla ekolojik kriz konusunda, ekolojik krizin gerçekliğinin anlamsız fiiliyatı içinde, ona bir mesaj ya da anlam yüklemeden kabul etmeyi öğrenmemiz gerektiği vurgulanmaktadır (Zizek 2008). Bu da doğa ile insanı karşı karşıya getirmeden, bir denge içinde yaşamasına imkân veren bir anlayışın insanlığa hâkim olması ile mümkün olabilir. Ekolojik krizlerin önlenmesine yönelik planlama yaklaşımları bu durumun oluşturulmasında önemli bir etmen olabilecek potansiyele sahiptir.

Peyzaj bakış açısı içine giren objelerin tümü, canlı cansız unsurlardan oluşan alan anlamına gelmektedir. Burada peyzajı oluşturan topografya, jeoloji, toprak, su ve bitki örtüsü gibi doğal faktörlerin yanında, peyzajı şekillendiren ve çoğu zaman değiştiren insan ile peyzaj arasındaki ilişkilerin anlaşılması önemlidir (Atik 2010). Kent içindeki peyzajda ise doğal öğelerden daha ziyade insan yapısı öğelerin baskın durumda olduğu bir manzara karşımıza çıkmaktadır. Zaman içinde değişen insan kullanımları ise, bu mekânların zaman içinde değişime ve dönüşüme uğramasına neden olmaktadır. Ancak tasarım disiplininden gelen plancı ve tasarımcılar bu mekânların dönüşümünü ve kente kazandırılmasını sağlayabilmektedir (Reed 2008).

Yapılan birçok çalışmada belirtildiği gibi su ve su yapıları ile ilgili çalışmalar doğa onarımı çalışmalarının yanında kültürel nitelikli çalışmalardır (Gobster ve Hull 2000, Darby ve Sear 2008). Bugüne kadar yapılan çalışmalarda, halkın desteğini alabilen çalışmaların daha başarılı sonuçlandığı görülmektedir. Bunun yanında en önemli materyalin ise doğanın kendisi olduğu kabul edilmelidir.

Bu durumdan dolayı planlama, tasarım, yönetim ve değerlendirme aşamalarının her birinde peyzaj ekolojisini göz önüne alan, paydaşların ilgi ve beklentileri doğrultusunda hareket eden, sürdürülebilir ve ekonomik yönetim yaklaşımları benimsemek bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sonuç

Kentlerde yaşayan insanlar doğaya duydukları özlemi, kent içindeki kente yakın ve kent dışındaki rekreasyon alanlarındaki faaliyetleri ile gidermeye çalışmaktadırlar. Kent içindeki yeşil alan ihtiyacının yetersizliği nedeniyle kent dışındaki alanlarda oluşan aşırı talep, kent içinde kalan boşlukların uygun planlama kararlarıyla değerlendirilmesi ve mevcutta bulunan yeşil alanların niteliğinin arttırılmasıyla üstesinden gelinebilecek bir durumdur. Bu şekilde kent dışı doğal alanlar üzerindeki mevcut baskının ortadan kalkması olasıdır. Bu açık ve yeşil alanların yanında bu alanları destekleyen akarsu ve akarsu koridorlarının kente kazandırılması ile desteklenebilir. Bu sayede kentte yeni rekreasyon alanları oluşmasının yanında kullanarak korumanın önü açılmış olmaktadır. Akarsular bu sayede endüstriyel alanların atıklarının baskısından kurtarılarak, kentliye hizmet eden doğal bir kullanıma dönüşmüş olacaktır.

Kentsel ekosistemin devamı için su kaynaklarının korunması önem arz etmektedir. Eski dönemde enerji üretimi kaygıları ile inşa edilen, ancak yapımı sonrasında doğaya zararlarının bulunduğu görülen birçok hidro-elektrik santralinin devre dışı bırakılması, söz konusu alanlarda doğa onarım çalışmalarının başladığı görülmektedir. Ancak ne yazık ki ülkemizde dünya çapında terk edilen bu teknoloji, işletme standartlarının da altında faaliyet göstermekte ve akarsuların can suyuna önem verilmeden yenileri inşa edilmektedir. Bu konuda toplumsal bir bilinç yerel düzeyde oluşsa da, yerel paydaşların talepleri büyük şirketlerin istekleri doğrultusunda görmezden gelinmektedir.

Bunun yanında su varlıklarının tarımsal üretimde kullanımında da ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Daha yakın zamana kadar göller ve bataklıklarda, tarım alanı kazanmak için kurutma çalışmaları yürütülmekteydi. Günümüzde bu gibi ilkel uygulamalardan giderek uzaklaşıldığını görmek oldukça memnuniyet vericidir. Ayrıca akarsulardan temin edilen sulama suyunun yanlış kullanımı sonucunda su kaybı yaşanmakta ve toprağın tuzlanarak verimsizleşmesi sorunlarına karşı önlemler alınmaya başlanmıştır. Damlama sulamanın tarımda ağırlıklı olarak kullanılması yönünde teşviklerin devlet tarafından sağlanması yanında enerji etkin üretim faaliyetleri konusunda da üreticinin bilgilendirilmesi ve teşvik edilmesi önem taşımaktadır.

Lynch’e göre en beğenilen görünümler genellikle suyun ve mekânın görülebildiği geniş panoramalardır (Lynch 1960). Su, doğanın ve dolayısıyla insanoğlunun vazgeçilmez bir unsurudur. Bu şekliyle akarsular da kentlerin insanı doğayla birleştiren hayat damarları olarak kabul edilebilir. Bu nedenledir ki kentlerde akarsuların niteliğini iyileştirmeye yönelik çalışmalar kent insanını doğaya yakınlaştırmakta, kentte yaşama konforunu artırmakta, insana yaşam sevinci verirken kente ayrı bir kimlik kazandırmaktadır. Günümüzde pek çok uygulamada tanık olduğumuz akarsuları kanal içine alarak iyileştirme ve kentsel mekân oluşturma çabaları ne yazık ki kent insanını su unsurunda uzaklaştırmaktadır. Pek çok Avrupa ülkesinde tanık olduğumuz uygulamaları ülkemiz  kentlerinde de görmek vatandaşlarımızın en doğal hakkıdır. Avrupa Peyzaj Sözleşmesi’nde peyzajın kişisel ve sosyal refahın en önemli öğesinden birisi olduğu belirtilmektedir. Peyzajların korunmasının, yönetilmesinin ve planlanmasının toplumdaki her bireyin hak ve sorumluluğunda bulunmaktadır. Günümüzde de kentsel alanlar içinde kalmış akarsu koridorlarındaki planlama ve tasarım konularına gereken duyarlılığın gösterilmediğini görmek peyzaj mimarı olmanın ötesinde bir kentli olarak bizlere önemli bir sorumluluk yüklemektedir. Topoğrafya, vejetasyon ve sosyokültürel altyapının da dikkate alındığı planlama ve tasarım çalışmaları kentlilerin en doğal hakkıdır. Bu konuda Peyzaj Mimarları, Şehir Bölge Plancıları, Mimarlar, Çevre Mühendisleri, Biyologlar ve İnşaat Mühendisleri kent insanın da ihtiyaçları ve beklentileri doğrultusunda ortak projeler üretmelidirler.

kaynak: Ekin OKTAY, Reyhan ERDOĞAN/ Peyzaj Mimarlığı Dergisi

 

Doğa, Su ve İnsan

Doğa, insana ve diğer bütün canlılara ev sahipliği yapan en önemli unsurdur. Ancak insan faaliyetleri sonucunda oluşan birçok bozulma doğanın niteliğini bozmakta ve kalitesini düşürmektedir. Bunun en önemli göstergesi ise su ve su yapılarında  gözlenmektedir. İnsanın bunca ekolojik krizin sorumlusu olduğu su götürmez bir gerçektir. Bundan dolayı genelde insan ve doğa arasında, özelde ise insan su arasında dengeli bir ilişkinin kurulması önem arz etmektedir. Bu çalışmada da bu temelden hareketle doğa, su ve insan arasındaki ilişki irdelenmiş ve Türkiye özelinde çözüm önerileri geliştirilmeye çalışılmıştır.

Doğa

Doğa birçok canlının etkileşimi sonucunda ortaya çıkan, insanların ve diğer hayvanların da mensubu olduğu geniş bir üst kümeyi oluşturmaktadır. Bu bakımdan insanoğlunun öngördüğü gibi, insan doğanın dışında veya üstünde yer almamakta; kendi içinde uyumla çalışan bu sistemin bir parçası durumundadır. Ancak insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği simge ve işaretler kullanarak yarattığı soyut, zihinsel bir dünyaya sahip olmasıdır. Bu soyut dünya sayesinde kültür oluşturabilmiş, dil ve yazı ile bilgilerini yetişen kuşaklara aktarmayı başarabilmiştir. Yine bu boyut sayesinde insanoğlu, diğer canlılara karşı ne kadar savunmasız ve diğer canlılardan ne kadar zayıf olsa da hayatta kalmayı başarabilmiştir. Bu insanın doğa içerisinde yaşamda kalmak için gerçekleştirdiği en önemli çabasının ürünüdür.

Ancak her ne kadar, kendine ait zihinsel bir doğa yaratmış olsa da insanın temel yaşamı doğa içerisinde geçmektedir. Fiziksel anlamda yaşamını devam ettirmek için ihtiyaç duyduğu bütün kaynakları insanoğlu doğadan karşılamaktadır. Bu bakımdan insanın kendisini doğanın dışında düşünmesi ve bir ikilik (Kartezyen felsefedeki ismi ile dualite) oluşturması bu bakımdan farazi bir durum ortaya koymaktadır.

İşte sayılan tüm bu nedenlerden dolayı doğanın ve doğayı oluşturan canlıların varlığının insan açısından önemi tartışılmazdır. Bu bakımdan insanın hayatını devam ettirdiği bu yaşam alanına gereken önemi vermesi zorunludur.

İnsanoğlu, medya ve diğer kaynaklardan duyduğu çevresel felaketler, üçüncü kaynaktan edindiği bilgiler ve gelecekte olması muhtemel çevre felaketlerine çoğu zaman önem vermemektedir. Bu da gerekli önlemleri alarak çevrenin ve doğanın korunması için gereken adımların atılmasına engel olmak tadır. İnsanların çoğu; petrol krizi, çevresel kirlenme veya su kıtlığı gibi olaylardan doğrudan doğruya değil de, ikincil derecede etkilenmektedir. Yani çoğu insan, özelikle de gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin vatandaşları günlük yaşamlarında, sorunun kendisi ile değil de  sorunun yol açtığı ikincil derecede etkilerle yüz yüze gelmektedir. Bu ikincil etmenlerde sorunun kaynağı olan temel faktörlerin anlaşılmasını güçleştirmektedir. Toplumun büyük bir kısmı bu gibi sorunların temelinde bulunan etmenleri görmemektedir.

Bu durumdan dolayı bu gibi olaylar sorunların sanal sorun olarak algılanmasına neden olabilmekte ve gereken önem verilmemektedir. Kısaca bunun temelinde, insanların tehlikeyle birebir yüz yüze gelmemiş olması yer almakta ve yerkürenin tamamını etkileyen olaylar dahi bireyin temel yaşamsal itkilerinin harekete geçmesi için yeterli olamamaktadır.

Küresel ısınma, içme suyu sıkıntısı, sel, kuraklık, türlerin yok oluşu vb. gibi sorunlara insanoğlunun duyarsız kalması, bir anlamda bu temel itkilerin sadece yüz yüze gelinen gerçek bir tehlike karşısında harekete geçmesinden kaynaklanmaktadır. Bu problemlerin çözümünden önce günlük hayatındaki iş, aile, barınma ile ilgili sorunlar, ortalama insanın zihnini daha çok meşgul etmektedir. Yaşanan büyük modernleşmeye ve gelişmeye rağmen, halen daha atalarından miras kalan bazı itkilerle hayatını devam  ettirebilmekte olan insanın çelişkileri, zararın sadece kendini değil, çevresini de etkilemesine yol açmaktadır. Su ve akarsular da bu bozulmadan en büyük payı alan kaynaklar arasındadır.

Su

Su yaşamın vazgeçilmez öğelerinden birisidir. En basit ifade ile su yaşamdır. Canlı organizmanın büyük bir kısmı sudan meydana gelmektedir. Bütün yaşamsal faaliyetler su ile mümkün olabilmektedir. Bu nedenle su ve yakın çevresi, tarihin bütün dönemlerinde fiziksel ve kültürel anlamda önem taşımıştır. Birçok toplum ve insan topluluğu, yaradılış efsane ve mitoslarını, su üzerinden kurmaktadır. Bilimsel veriler de tıpkı mitolojide olduğu gibi suyun önemine işaret etmektedir.

Su ve su kıyıları tarih boyunca insanoğlunun yiyecek, yerleşme, çoğalma ve öğrenmeyi sağlayabildiği en ideal yaşam alanlarından biri olma görevini üstlenmiştir. Su, işlevsel açıdan sağladığı kolaylıklar yanında uygun iklimsel özellikler, manzara ve eğlenceli zaman geçirilebilecek alanlar da sunmaktadır. Bu temel ihtiyaç, canlının her zaman gereksindiği bir nesne konumundadır. Canlılığın devamı için gerekli olan su, insanın çoğu zaman farkında olmadığı ve önemsemediği bir kaynak olabilmektedir. Bu koşullanmadan dolayı insanların bu temel kaynağa gereken ilgi ve özeni göstermemesi, o an ki koşullar çerçevesinde hatalı değerlendirmeler sonucu yanlış kararlar alarak, bu önemli kaynağın zarar görmesine, azalmasına ve hatta tükenmesine neden olabilmektedir.

Yaşamsal önemin yanında, su kaynakları insan hayatında farklı açılardan önemli bir yer tutmaktadır. Neredeyse bütün büyük şehirler, akarsu koridorları boyunca inşa edilmiştir.

Kıtaları saran denizler kadar dünya, kıtaları ağ gibi örmüş olan akarsu sistemleri ile de beslenmektedir. Kırsal alanlara olduğu gibi kentsel alanlara da sokulan akarsular kentlerin tarihleri, sosyo-kültürel yapıları ve ekonomileri ile yoğrulmakta, şekil bulmaktadır. Bu akarsular topoğrafik yapılarının sahip olduğu şartlar ile kentler içinde odak noktaları olduğu gibi, fark edilmeyen fiziksel durumlarıyla da varlıklarını sürdürmektedir. Dünyadaki kentsel akarsulara örnek olarak; Venedik Kanalı (Venedik, İtalya), Tiber Nehri (Roma, İtalya), Sein Nehri (Paris, Fransa), Saone Nehri (Lyon, Fransa), Thames Nehri (Londra, İngiltere), Mersey Nehri (Liverpool, İngiltere), Tyne Nehri (Newcastle, İngiltere), Spree Nehri (Berlin, Almanya), Ren Nehri (Köln, Almanya), Elbe Nehri (Hamburg, Almanya), Main Nehri (Frankfurt am Main, Almanya), Oder Nehri (Frankfurt an der Oder, Almanya), İsar Nehri (Münih, Almanya), Ren Nehri (Basel, İsviçre), Aare Nehri (Bern, İsviçre), Limmat Nehri (Zürich, İsviçre), Parma Nehri (Parma, İtalya), Rotterdam Kanalları (Hollanda), Amsterdam Kanalları (Hollanda), Besos Nehri (Barselona, İspanya), Garonne Nehri (Bordo, Fransa), Tuna Nehri (Ingolstadt, Almanya; Viyana, Linz, Avusturya; Budapeşte, Macaristan, Belgrad Sırbistan), Charles Nehri (Boston, Massachusetts, ABD), Hudson Nehri (New York, ABD.), San Antonio Nehri (San Antonio, Texas, ABD.), Cheonggye Deresi (Seul, Güney Kore), Nil Nehri (Kahire, Mısır) verilebilir.

Ülkemizde de pek çok kentimiz akarsuya sahip olma bakımından şanslıdır. Bunlar genelde küçük dere ve çaylar olduğu gibi bir nehir
kenarında olma şansına sahip kentlerimiz de vardır. Türkiye’deki kentsel akarsulara örnek olarak; Alleben Deresi (Gaziantep), Ankara Çayı (Ankara), Porsuk Çayı (Eskişehir) Melen Çayı (İzmir), Manavgat Nehri (Manavgat/Antalya), Düden Çayı (Antalya), Aksu Çayı (Antalya) Meriç Nehri (Edirne), Asi Nehri (Antakya), Yeşilırmak Nehri (Amasya), Seyhan Nehri, Adana, Kağıthane Deresi (İstanbul), Bartın Çayı (Bartın), Çoruh Nehri (Artvin), Dicle Nehri (Diyarbakır) verilebilir.

Derelerden büyük nehirlere, küçük gölet ve göllerden büyük göllere, drenaj kanallarından su toplama rezervuarlarına kadar çeşitli biçim ve boyutlarda olabilen su yüzeyleri; peyzajda hem görsel hem de fonksiyonel olarak önemli işlevlere sahip birer kaynak konumundadırlar.

Peyzajda farklı biçim ve formlarda olabilen su öğeleri gerekli düzenlemelerle toplum sağlığının iyileştirilmesi, bireyin kent yaşamında karşılaştığı güçlükler ve bunların sonucu oluşan stresin giderilmesi, psikolojik olarak tatminin sağlanması ve yabancılaşmanın önüne geçilmesi, su öğesinin ve yeşil alanların yerinde ve doğru planlanması ve tasarımıyla mümkün olabilmektedir. Bu süreç mekânsal kurgunun yanında toplum ve bireyin ihtiyaçlarının bilinmesi ile mümkün olabilmektedir.

Ancak gelişime bağlı olarak akarsular zamanla bazı bozulmalara uğramış ve bu alanlarda yeniden düzenleme ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Özellikle sanayi devrimi sonrasında oluşan bu yeni dönemde; öncesinde kırsal alanlarda yüksek oranda bulunan nüfus, üretim biçimlerinde yaşanan değişimler nedeniyle büyük kitleler halinde, oluşan iş gücü ihtiyacını karşılamak üzere kentsel yerleşim alanlarına göç etmiştir. Bu dönemde “kır” cazibesini yitirmiş ve “kent” büyük bir mıknatıs gibi kitleleri kendisine çekerek bugün yaşanan çözülmesi zor kentsel sorunların oluşumuna zemin hazırlamıştır. Kentsel alanlarda bulunan doğal alanlar tahribe uğramış ve bu süreçte en çok zararı akarsu ve kıyıları görmüştür. Bu bozulmuş ve niteliğini yitirmiş alanların kentlilerin kullanımına yeniden sunulabilmesi için sürdürülebilir planlama ve tasarım yaklaşımlarına ihtiyaç duyulmaktadır.

Kent içinde akarsuların çevresi iyi tasarlanıp düzenlendiğinde insanları çevresinde toplar. Akarsu çevreleri çeşitli aktivitelerin yer aldığı bir mekân haline gelerek toplanma eylemine olanak tanır. Genel olarak akarsuların içinde yer alan heykel gibi plastik elemanlar, sanat yapıları ya da mimari unsurlar, akarsuyun çevresinde toplanma eylemini güçlendirir. Ulaşım mekânları olarak akarsular çizgisel ve yönlendirici karakterde olup, mekânsal olarak kent içersindeki hareketi güçlendirici etki sağlar. Akarsular içerisindeki araç ulaşımı sayesinde kentin mekânsal, kültürel varlıklarının farklı açılardan algılanması olanağı oluşur ve kent ile insanın ilişkisi bu sayede güçlenir.

Hareket, mekânların faklı açılardan ve farklı noktalardan algılanmasına olanak tanır. Kentsel mekânın algılanmasında Gordon Cullen “Ardışık İmaj” adı altında, yayanın kent mekânlarını birbiri ardı sıra gelen imajlar dizisi olarak algılamasının önemine değinirken, bu bütünlük ve değişkenliğin kentin algılanmasına anlam kazandırdığını dile getirmektedir. Akarsular; kentin doğal unsurları ile yapay unsurlarının kültürle zenginleştirilmiş bütünsel algısında, insana heyecan verici peyzajlar sunabilmektedir. Bu hem suyun içerisinde hem de suyun dışarısında karşılıklı olarak iki yönde gerçekleşebilmektedir. Yoğun kentleşme sonrasında, yatay ve dikeyde gelişen yapılar insan ölçeğinde kentsel mekânların algılanmasını imkânsız kılmaktadır. Bu bakımdan kent içerisindeki boşluklar, kentin peyzajını, bir anlamda kent manzaralarını algılamada önemli araçlar sunmaktadır. Özelikle boğaz, akarsu, göl, deniz kıyısı gibi geniş su yüzeyleri kentin algılanması için manzara noktalarına ev sahipliği yapmaktadır.

kaynak: Ekin OKTAY, Reyhan ERDOĞAN/ Peyzaj Mimarlığı Dergisi